31.12.11

Geri sayım başladı

     Yılın en sevdiğim zamanı.. saat 00.00 olduğunda, ben doğduğumda, yıl bittiğinde, mutluluk dileklerimle.. tam da bu gece.
   Yılbaşına az vakit kala farkında olmadan hafif hafif telaşlanırım ben. Her yıla farklı bir benle farklı düşüncelerimle girerim. O ışıl ışıl sokaklarda yürürken, amaçsız yere sevinirim. Bazen yılbaşını unutur, sanki dünya doğum günüm şerefine caddeleri donatmış gibi mutlu olurum.

    Noel babaya inandığım o yaşları özledim.. şömineye asılan çorapların, o gözalıcı güzellikteki çam ağacının ve paket paket hediyelerin olduğu o yılbaşı filmlerini.. ne de çok annemin başını ağrıtmıştım, neden bizde böyle karşılamıyoruz yeni yılı diye. Hatta neden filmlerdeki gibi kar yağmıyor diye anneme babama küserdim. 
    Hep kar taneleri altında kutlanılan noele imrendim ben. Her yılbaşı dua ederdim kar yağsın diye, sabah bi umut koşardım pencereye. İlginç ama şimdi hatırlamıyorum bile o kadar çok istediğim bişeyin gerçekleşip gerçekleşmediğini. Acaba hiç yılın ilk günü yağdı mı kar? Hiç yeni yıla bembeyaz bir örtüyle uyandık mı biz? Oldu da çok mu sevindim ben? Havalara mı uçtum, noldu? Kar yağınca ne olacak sanıyordum acaba.. basit bir apartman dairesi olan evim kar yağınca o görkemli evler gibi mi olacaktı. Hangi bahçeye kardanadam yapacaktım ben ya da kar topu oynayacağım bi alan mı bulacaktım ben caddelerden oluşan semtimde.
    Tabii aradan uzun yıllar geçti, ve büyüdüm. İnançlarım, düşüncelerim, hayallerim, kendim tümüyle değiştim. Bi tek içimdeki o anlamsız telaş ve heyecan kaldı benle. Hayallerime ve çocukluğuma duyduğum özlem. Ne de çabuk geçmiş.. oysaki bi 15 yıl önce bütün bu hayallerimin olacağına ciddi ciddi inanıyordum ben. Bi bu kadar yıl sonra neler gelecek neler gidecek acaba benden.
  
    Şimdi gelelim,  insanın içini ısıtan o güzel yılbaşı filmlerine. Ben sizin için üç film seçtim. Belki siz de benim gibi yeni yıla film izleyerek girmek istersiniz diye..

                                                                                    'Home Alone'

     Çocukluk dedim, hayaller dedim.. işte tam da bunların hepsine uygun bi film karşımızda. Belki de bu evdi beni bu kadar büyüleyen, hayallerimi dolduran, olamaz mı? kaç defa izlediğimi unutacak kadar çok izlediğimi göz önünde bulundurursak, olabilir neden olmasın:)..

                                                                                    'Bridget Jones's Diary'

    Bu filmi görünce çoğunuzun aklına hayattan bezmiş bi şekilde kafasına battaniyeyi çekip ağzı boş durmayan Bridget gelse de, ben bu filmi Marc Darcy'le tanıştıkları noel yemeğiyle hatırlıyorum. O yüzden benim için yılbaşı filmleri kategorisine adını yazdırmış oluyor. dipnot*: özellikle Marc Darcy'nin kazağı muhteşem değil mi^_^

                                                                                      'Love Actually'

   Londra.. noele son bi hafta.. hem yılbaşı telaşı hem aşkın heyecanı. Müzikleriyle ve oyuncu kadrosuyla yılbaşı gecesi evde sıcak bi hava estirecek türden. Çok önceleri izlememe rağmen tek bir şeyi çok iyi hatırlıyorum, suratınızda ufaktan bi tebessüm sizi film boyunca bırakmıyor

   Benden bu kadar, sanırım ben tercihimi Bridget'dan yana kullanacağım, şu sıralar tam kahve+battaniye+tv modumdayım da.
   O halde geri sayım başlasın.. son 9saat30dakika..

E
   

17.12.11

Oyun gibi..

   Çocukken oyunlar oynardık biz. Sokaktan üstü başı çamur içinde eve geldiğimde annem öyle bi bakardı ki bana, böyle hem kızıyo hem gülüyo gibi. Oysaki şimdilerde kirlenmek bile güzel. Biz çocukken yoktu böyle şeyler.
   Saklambaç, sek sek, dokuz taş, yakar top, ebelemece kovalamaca.. derken büyüdük biz. Tek arzumuz akşam yemek saatinin gelmemesi annemizin camdan bizi çağırmamasıydı. Tek korkumuz topumuzun yola ya da mahallenin en cadı teyzesinin balkonuna kaçmamasıydı.
  Türlü oyunlar vardı. Var olanı mı dersin kendimizin yarattığı mı. Hayal dünyasının ganimetleriydi çoğu, hatırladıklarım hatırlamadıklarım nicesi..
    Lades miydi o? Hani iddiasına girerdik bi şeylerin. Kuralları neydi hatırlamıyorum bile, o kadar mı geçti ya zaman. Meğer biz taa küçükken koşarmışız iddia peşinde. Ee yedisinde neyse yetmişinde de odur diye boşa dememiş büyüklerimiz.
    İddialaşmanın verdiği haz, o müthiş inatlaşmalar, kazanma hırsı..

                                                                                       'Jeux D'enfants'

    O zamanlar biz iddialarımız için lades kemiğinin arkasına saklanırdık. Julien ile Sophie ise teneke bi kutuya bağlayıveriyorlar hayatlarını. Çok mu farklı bizden?
    İnat mı dersin, gurur mu, yoksa cesaret mi? Kesin bi cevap vermek zor. Tıpkı saklambaç gibi, körebe gibi çocukça bi oyun işte. -cesaret oyunu
  Senin rotanı belirleyen, pusula misali sana tek bi yön gösteren, beklemediğin her anda karşına çıkan tenekeden ibaretse oynadığın oyun. Her ne yapıyorsan o an, onu bıraktırıp kendine çekmeyi başarıyorsa, her taşın altından hep aynı teneke çıkıyorsa ve sen onu asla atamıyorsan uçurumdan aşağı. Bi oyunsa hayatın ya da hayat bi oyunsa.
    Var mı cesaretin o kutuyu saklamaya. söylesene.. cesaretin var mı aşka?

dipnot*: biraz masalımsı, biraz gerçek. bazıları çok sever bazıları ise hiç sevmez. ortası yok bu filmin.

E.    

14.12.11

Kazanmak mı? yoksa..

    Genelde hayatımız hep bir şeyler kazanmaya çalışmakla geçer. Para kazanmaya çalışırız, güven kazanmaya çalışırız, insan kazanmaya çalışırız…
    Okul sıralarında, ofis koridorlarında arkadaş kazanmaya çalıştığınız mutlaka olmuştur. Genelde yaptığımız bu işte, kazanmak! Biz dünyaya kazanma hırsıyla gelmiş, ortalığı birbirine katmış, ve sonunda o hırsı başını yemiş insanlar olarak; pek kaybetmekten haz etmeyiz. Tabi gerçekte kaybetmek değilse esas isteğimiz.
    Ucunda kazanılacak bir şey varsa kaybetmesine iddiaya girecek kadar gözü dönmüşleriz biz. Sırf kazanma uğruna duyguları çiğneyen, ezip değerinden tek bi kırıntı bile bırakmayan, tam da biz oluyoruz. Tüm insanoğlu!

                                                                      'How to Lose a Guy in 10 Days'

     Nerden geldim, konuyu nereye bağlayacağım ben bile şaşkınım..

     Diyorum ki ortada bir iddia varsa, bi süre ve bi kadın-erkek varsa. Tek bi soru kalır geriye how to lose a guy in 10 days?

  Genellikle kazanmanın kurallarını öğrendiğimiz kitaplara, filmlere alışık olduğumuzdan isim biraz garip gelebilir. Ama yanılmayın, amaç aynı. Ters köşe, ters takla her neyse.. işte bu film bunu yapıyor. Diyo ki; bi insanı kazanmak istiyorsan, her şeyi onun burnundan getir, hayatı zindan et, ağla zırla surat as, sakın ha sakın gülme. An gelecek bi gün çok ufak bişi ona gerçek yüzünü gösterecek -bi hftasonu aile evine yapılan ziyarette çocuk halinle tanışacak, sarhoşken şapşal bakışlarındaki samimiyeti görecek belki, ya da uykunda sayıklayacaksın saçma sapan gülümseyeceksin falan..- işte o an kazanmış olacaksın onu. Aslında basit gibi görünüyor dimi? Evet, eğer hayatınız bi romantik komedi kıvamındaysa bundan iyisi şamda kayısı hani..

    Nerede duydum hatırlamıyorum, sanırım bi filmdeydi. Bi insana aşık olmak için öyle ayların yılların geçmesi gerekmiyormuş. Saniyelikmiş her şey. Dediğim –an geleceklere- atıfta bulunarak, soruyorum ben de o halde.. bu kadar anlıksa hayatımıza anlam katan her şey, neden nasıl diye sormak ne kadar doğru?
    Ne? Biri ‘carpe diem’ mi diyo yoksa? yok canım o da bi filmdi dimi? evet evet..

E.

6.12.11

Aslında Paris yağmur altında daha güzeldir!

   Renkli renkli apayrı hikayeler, farklı zamanlar, zamanda yapılan gece yarısı yolculukları.. Paris’in gölgesinde kalan birbiri içine geçmiş zamanların hikayesi. Picasso’dan Dali’ye, Hemingway’den Eliot’a kadar uzanan bi W.Allen hayali. Bir rüyaydı belki de izlediğim, midnight in paris'in derininden duyulan kilise çanı misali..

                                                                                        'Midnight in Paris'

   Hiç düşündünüz mü yanlış yılda doğduğunuzu? Aslında başka yüzyıla ait olduğunuzu söylediniz mi hiç? Ben sık yaparım bunu. Şimdiki zamanın dışında her şey güzeldir benim için. Hani hep geçmiş olunca özel olur ya, hep şimdiki zaman sıkıcıdır ya. İşte tam da öyle bişeydir bu şimdiki zamanın seni asla tatmin edememesi. Neden mi? Çok basit, zaten hayatın kendisi değildir seni memnun eden, hayalinde yaşattığın geçmiştir..

   Ne demiş Faulkner, “geçmiş ölmedi. aslına bakarsan hiç geçmedi bile”
  Popüler olan her şeyden kaçarım ben. Modernite olayı pek bana göre değildir. Hani antika, ikinci el ne bulursa gözleri fal taşı gibi açılarak “bunların hepsinde bi yaşanmışlık var, bi hikayesi var” diyen o deliler var ya, o kişilerden biri bendeniz oluyorum. Sahafların kokusu, pikaptan çıkan o hafif cızırtılı ses, siyahbeyaz o klişe filmler.. gözümde üzerine zamanın bindiği her şey, yenisinden bin kat daha değerli olabiliyor. Delilik mi, aptallık mı, hastalık mı bilmiyorum. Ama bazen bu tutkumun annemi delirttiğini görebiliyorum, ama elden gelen bir şey yok malesef. Neyse tekrardan dönelim Paris’in o ışıltılı sokaklarına.

     Woody Allen’ı severim, gariptir biraz belki de ondan, kim bilir!
  Nerden vardım bu kanıya bilmiyorum ama bu filminin daha normal olacağını düşünmüştüm. Neyse ki, Tim Burton’ı nasıl fantastik dünyasından ayıramıyorsak, Allen’ı da hayallerinden ayırmanın mümkün olmadığını daha filmin en başındayken hatırladım. Yani sonunda ne hayal kırıklığı ne de beklenenin üstünde bir şeydi filmin bendeki hali. –yani ne olabilirdi ki; hikaye tam benlik, şehir ise gözlere şenlik iken- 

dipnot*: bu yazımı Paris'e gidebilme ihtimalimin olduğunu öğrendiğim şu güzide günde yayınlamamın ironik bi durumunun olduğu su katılmaz bi gerçek hani..

bi W.Allen seversen, belki hoşuna gider; 

E.

5.12.11

Kalimera!

   Kireçle boyanmış mavi panjurlu evler, uzaklardan kulağa çalınan bi buzuki tınısı. Girit masalıdır bu; kırılan tabakların çıkardığı ses kadar net, kırılan parçalar kadar gerçek. Uzo yanında efkarlanacak kadar denizin öteki tarafının hikayesidir bu.
  
   Dedemin insanları.. sen ben o.. birlikte olan herkes. Bir şişeden çıkan sözcükleri bekler gibi kucaklanan dostlar.. çocukluğa, sevgiliye duyulan o bıkmaz özlem..
   Gözümden hafif hafif ama istikrarlı akan yaşlara inat, gülebilmeme sebep; yine yeniden bi Çağan Irmak eseri.

                                                                              'Dedemin İnsanları'

E.

Tango misali..

   Bi tek hata insanın tüm hayatını değiştirmesine neden olabilir. Kendinden, etrafındaki bütün insanlardan nefret etmesinin nedeni olabilir. O tek hata, yıllar yılı takip etmeyi bırakmaz, peşinden gölge misali hep gelir, hep.. zararı ise sadece yapan kişiye olmaz. Etrafında olan herkes payına düşeni de düşmeyeni de fazlasıyla alır. Hayat tango gibi değildir. Hatayı yaptıktan sonra dansa devam etmek zordur. Ayak figürlerinden ibaret değildir yaşam. Ya da gözle kurulan kontakla olacak kadar basit değildir.  

    Ama an gelir, biri çıkar karşına ve sana dans et der. Boşver yaşamayı, sadece dans et. İşte tam da o zaman hatanın sebep olduğu körlük bile etkilemez seni. Hayallerini gerçekleştirmene engel kalmaz, müzik çalar ve tango başlar.
    Görmemek sadece karanlık içinde kalmakmış, ama her şeyin sonu değilmiş. Karşındaki insanı anlamak için koklamak da önemliymiş. -Ki gördüğümüzü ve hala insanları tanıyamayıp, milyonlarca kazık yediğimizi göz önünde tutarsak Frank ne kadar da haklıymış.- Dünyada her şeyi görmek ister insan. Merakımızı en fazla gideren şeydir bu. Gözümle görmeden inanmam deriz. Acaba görmek sadece gözle mi olur işte esas soru bu.
    Frank’a göre scent of a woman her şey. Bir kadını kokusu her zaman ele verir, saçının renginden tenine her şeyini.. her parfüm her kadında farklıdır ve her kadın tango için yaratılmıştır.

                                                                                      'Scent of a Woman'                                       

    Ne kadar doğru bilmem, fakat şunu diyebilirim ki filmde, Al Pacino o kadar yaşıyor ki, o kadar var ki, o kadar hissediyor ki.. bu sözlere yalan demek işte o haddimi yeterince aşmak demek.. demek ki neymiş “no mistakes in the tango, not like life.”

   Müzik miydi yoksa dans mıydı beni bu kadar etkileyen seçemiyorum. Sadece bu sahne için bile tekrardan izlenir.. 
tabi ki bi de o müthiş replikler..

E.

2.12.11

İlk aşkım Roma!!!

   Kaç yaşındaydım hatırlamıyorum, Roma sokaklarına aşık olduğumda…

   O çocuk aklımla İtalya’yı anlatırdım anneme. Harita üzerinde çizmeye benzer halini büyük bir hayranlıkla gösterirken, bilmiş bilmiş o görkemli çeşmeye atılan dilek parasından bahseder, bir gün giderse Roma’da asla kaybolmayacağını her sokağın tek biryere çıktığını sanki gitmiş görmüş gibi anlatırdım. Tek bildiğim ülke, tek bildiğim şehir bile olsa, o zamanımın tek hayaliydi. Hangi filmdi beni Roma’ya aşık eden hatırlamıyorum. Tek hatırladığım kendimi Roma sokaklarında motorumla gezerken hayal ettiğim. Evet, çat pat bildiğim İtalyancamla bi pizzacıda çalıştığımı, oldukça yaşlı hem de hafiften çatlak bir ev sahibesine sahip olduğum küçük pansiyon odamda kaldığımı hayal ederdim. Pencere kenarında baktığım fesleğenimle ne kadarda kadrajdan çıkmış gibiydim. Hayır, o değil de; inanırdım da bütün bunlara, gerçekleşeceğine.. ah ah çocukluk işte..

   Gel zaman git zaman, noldu da ben Roma’dan vazgeçtim bilmiyorum. Nasıl ilk aşkıma ihanet edip, tacımı Barcelona’ya taktım, inanın hiç mi hiç hatırlamıyorum.

  Ama bugün vefakar biri olarak tekrardan dönüyorum o büyüleyici sokaklara. Belki, artık büyüdüm ve hayallerim o kadar yaratıcı değil. Ve biliyorum ki asla hayallerimi süslediği gibi Roma’ya ait olamayacağım, istediğim gibi uzun yıllar.

   Ama sadece bir gün için, dileğimi dileyeceğim cebimde kalan bozuk paramla. O ahengine hayran olduğum dilin en güzel şarkısını bağıra bağıra söylerken doyasıya dansımı da edeceğim, o meşhur merdivenlerde sadece oturup geçip giden insaları da izliyeceğim. Hatta belki de gerçek aşkımı tam da orda, ilk aşkım Roma’da bulacağım.

   Hiçbir zaman prenses Ann olamayacağım belki, ama kim bilir belki de bir gün onun gibi Smithy olup motorla Roma sokaklarını birbirine katıcam. Kim bilir belki benim Roman Holiday’m de bu kadar kısa ve bu kadar özel olacak. Kim bilebilir ki.. Gün gelir ve hayaller gerçek olur.. tıpkı bi masal gibi.

                                                                            'Roman Holiday'

   E.

15.11.11

Sadece ağlamak içindi,

    Son zamanlarda bi huy edindim. İzleyeceğim filmden bi haber sinema salonunun yolunu tutuyorum hem de koştura koştura. İtiraf etmem gerekirse konusunu bilmeden gittiğim filmlerden mutlu mesut çıkma oranım %50, ve yine itiraf etmek gerekirse bu sadece son zamanlarda olan bir şey değil, ben kendimi bildim bileli bunu yapıyorum sanırım.
   Aslına bakarsanız, ben pek Türk filmi de sevmem. Ama gelin görün ki seansa yetişebilmek için koşturduğum filmlerde çoğunlukla hep Türk filmleri olur. Tutarsızlık mı, kaderin cilvesi mi bilmem. Tuhaf olduğu kesin ama. Mesela; Issız Adamı hatırlarım, ilk gününde liseden arkadaşlarla okul çıkışı nasıl da koşturmuştuk, Aşk Tesadüfleri Sever o kadar geç kalmıştık ve salon o kadar karanlıktı ki bi an koltukları hiç bulamayacağız sanmıştım, Kaybedenler Kulübü son anda keşfedilen seansa son dakikalarda anca yetişebilmiştim. Ve son olarak da bugün Beni Unutma ve ben yine koşturan kız olarak yollarda. Daha unuttuğum kaç film var böyle beni maratona hazırlayan, kim bilir?
    Uzun koşturmanın, seansı ya kaçırırsam stresinin adrenaline dönüştüğü o anların ardından koltuğa oturmak, işte o paha biçilemez bir zafer!

                                                                                          'Beni Unutma'

    Gelelim bugüne,
   Mert Fırat ve Açelya Yılhan, doğal oyunculuk, hayattan bi film. O kadar olağan ki bu olamaz –yani bu kadarı da çok komik- denilebilecek bi sahne hatırlamıyorum. Mert Fırat’ı Başka Dilde Aşk’ta harika performansıyla izlemiştik, yalnız bu filmin bence sürprizi ve ağır topu Açelya Yılhan, gerçekten döktürmüş.
Film durağandı evet, biraz da müziksizdi sanki ama inanın bunlar filme gölge etmeyecek kadar küçük detaylar.

    Konusu mu?
   Aslında hikayesinden bahsetmek hiç içimden gelmiyor, bazen sürpriz senaryolar daha çok keyif verir. Siz de bi deneyin hiç bilmeden, gidip bi filmi izlemeyi, belki sizde seversiniz.

*dipnot: o değil de utandım kendimden, akmayan göz yaşımdan. ee bu da benim kusurum olsun yapacak bir şey yok.

bi de,  "En fazla ne kadar sevebilirsin?"

E.

8.11.11

Hem deli hem aptal hem de..

    Ve sanırım aşık..

   Nasıl bir zaman dilimidir o yaşanılan an, yapılan saçmalıklar. Akla mantığa sığamayan her şey işte tam da o zaman dilimine ait olan şeylerin tümü. Ruh eşi arama çabaları, buldum dedikten sonra kaybetmemek için yapılan çırpınmalar, kaçmalar, kovalamalar. Aynı o tersten gömleği giyip dört duvara hapsolmak gibi. El kol bağlı, kendini duvardan duvara çarparken yaşanılan çaresizlik. Aynı aptal bir aşığın gözlerindeki şapşal ifade gibi değil mi?

Crazy, Stupid, Love

Tam bir aptallıktır
Bir aşığı sırıtan suratından, saçma sapan konuşmasından, yerinde duramamasından, sakarlıklarından, kırdığı potlarından anlarsın. Dengesizdir, kaç km ötede olduğu önemli değildir. Sinyallerini yaptığı aptallıklarla çok uzaktan yakmaya başlar bile.

Biraz da delilik
Her akıllının bir deli yönü vardır. Her kim birine gözdağı vermek istese “sen benim deli yönümü daha görmedin” der. Aslında herkes deli yönleriyle gurur duyar, hep ortaya çıkarmaya çabalar. Çünkü bilir ki, delilik gibi gözü karalık yoktur. Bazı şeyleri göze almadan, kapatıp gözleri bırakmak kendini, güvenmek, inanmak birine. Bundan öte deli cesareti mi olur?

Film mi?

                                                                                  'Crazy, Stupid, Love'

İşte tam olarak bu; üçü bir arada.
Eğlenmek, duygulanmak ve tabiî ki de Ryan Gosling izlemek isteyenler; size uygun bir seans vardır herhalde.   

 E.

6.11.11

“Erkekçe bir oyun”

   Tiyatro mu sinema mı diye sorarlar ya hani insanlar. Hep tiyatronun büyüsünden bahsedilir durur. O sihri hep yakalamak istedim yıllarca. Soruya cevap olarak sinema dediğimde küçümseyen gözlere maruz kaldım hep. Ama sonunda anladım ki sorun benim tiyatro düşmanı olmam değil, iyi bir oyuna denk gelmemiş olmammış. Bu oyun hayatımda bi dönüm noktası oldu. Sanırım artık o sihri buldum. Hem de oyun bitiminde, oyuncular selam verirken. Meğer sihir oyuncuların gözlerindeki parıltıymış, gözlerle kurulan bir kontak. Onların seni görmesi, alkışlamak. Hepsi bu.



  Karşınızda ‘Testosteron’
  Oyun rezervuar köpeklerinin o meşhur kahvaltı sohbetiyle başlıyor. Ve bizde bu şekilde erkeklerin dünyasına bodoslama bir giriş yapmış oluyoruz. 7 erkek, basit ama bir o kadar da karmaşık ilişkiler. Kavga, kan, kahkaha. Bu 7 erkek kadınlar tarafından nasıl kullanıldıklarını anlatırken bir anda kadınları anlamaya çalışan bir gruba dönüşüyorlar. Asıl eğlence burada başlıyor zaten. Felsefe, küfür, şehir efsaneleri hepsi bir arada harika bir harman oluşturuyor. Kesinlikle gidin ve izleyin. Oyun atölyesi içinizdeki sihri bulmanıza yardım edecek emin olun.

dipnot*: erkek dünyası demişken, reservoir dogs’ı atlamayalım lütfen, Tarantino’ya ayıp olur.. Tiyatro iyi güzel de sinema bi başkadır başka.

                                                                                          'Resorvoir Dogs'

E.

23.10.11

Sadece..

1 gün, 24 saat, 1440 dakika..
Hayatının akışını aksi yönde değiştirmeyi başarabilir mi? Akıp giden olağan yaşamın farklı yollara sapmasına neden olabilir mi?

Sadece 1 günde;
Bi insanı kaybedebilir, bi insanı kırabilir, şehri terk edebilir, ölebilir, aşık olabilirsin.. bunlar için 24 saat, yeteri kadar uzun ve yorucu olabilme kapasitesine sahip.
Hayat birçok evresinde bir kapıyı kapar kapamaz yeni bir kapıyı tıklatır. Bitişler ve başlangıçlar arasında o kadar ince bir duvar vardır ki, sesler birbirine karışır. Hani nefretle aşk arasında olan o ince çizgi gibi. Ne bağlantısız ne de domino misali.
Herkesin her zaman yanında olan bir arkadaşa ihtiyacı vardır. O kişi bazen zamanla yerleşirken hayatına bazen de aniden düşebilir orta yerine. İşte o zaman onun hangi köşede kalması gerektiğini bilemezsin bi an. Hep yanında mı olmalı? yoksa girdiği gibi aniden çıkıp gitmeli mi?
One Day bazen her şeyi altüst edebilir, bazen ise her şeyi rayına oturtmakta birebirdir. Bazen bir ömürdür bazen ise saniyeden hızlı..

Hoop diye gökten düşen elma misali hayatına dahil olan bütün insanlar.. hepsi kapı eşiğinde beklemede.. zil çalındı, kapı tıklatıldı. Gerisi senin keyfine kalmış, karar senin! Tek bi gün seni tümüyle değiştirebilir mi?

                                                   'One day'

Yıllardan 1988, günlerden 15 Temmuz Emma ile Dexter tanışır. Birlikte geçirdikleri tek bir gün, yirmi yıl, iki insan... Konusu mu? -Trajik bir aşk öyküsü. "Aşk her zaman uzakta değildir bazen sanılandan daha yakındır.."

dipnot*: filmin yönetmeni Lone Scherfig'in bir başka eseri An Education da seyredilmeye değer..

E.

12.10.11

Ah masallar gerçek olsa..

  Daha küçükken kandırılmışız biz.
  Yok Rapunzel gibi uzarmış saçlarımız, yok kırılmayan camdan papuçlar varmış, yok uslu bir çocuk olursak şirinleri bile görebilirmişiz falan…

  Evet çocuktuk, saftık, kanatlanmıştık hayal bulutlarımızın arasında; ama aptal da değildik ki. O rengarenk çocuk dünyamıza umut tohumlarını ekmek.. işte tam da bu şimdiki çaresizliğimize sebep.

  Yok Don Kişot değirmenlerle savaşmış, yok Aladdinin sihirli lambasıymış, yok aynalar konuşurmuş falan…
Külliyen yalan!

  Evvel zaman içinde kalbur saman içinde; dünya adında bir gezegende yaşayan her çocuk bir yalanın peşinden koşarmış. Az gitmişler uz gitmişler dere tepe düz gitmişler bir bakmışlar ki harikalar diyarındaki Alice, iyilerin dostu kötülerin düşmanı Robin Hood, iyilikler kraliçesi Pollyanna arkalarından kıs kıs gülmekte. İnanamamış çocuklar, o bi zamanlar kahraman ilan ettikleri, düşlerinin yegane sahipleri şimdi dalga geçer gibi gülüyorlar. Dayanamamışlar sormuşlar ne değişti diye, neden biz büyürken siz küçülüyorsunuz? Hani gökten üç elma düşerdi? Hani onlar muratlarına ererlerdi biz kerevetine çıkardık?

  "Develer tellal, pireler berber olmaz; ve insanoğlu kaf dağının arkasında yaşamaz."

  Kıssadan hisse;
  Her şey yalan, bi tek Pinokyo gerçek.

  Konsepten çıkmayalım işte bi de film; liar liar



        E.

25.9.11

Her sabah "good morning, Lucy"

   “ hiçbir şey ilk öpücüğün yerini tutamaz” –lucy

   Hafızam her gün yenileniyorsa ve ben evliysem, her uyandığımda aynı adama yeniden aşık olabilir miyim? Her ilk öpüşünde aynı kelebekler uçar mı? Hergün yenilenen bi hafıza iyimidir kötümüdür? Sadece 24 saat, her sabah kasedi başa sarmak kim için kolaydır ki?


  Aslında iyidir; ağzımızdan çıkanı genelde kulağımızın duymadığını kabul edersek ağzımızdan çıkan sözcüklerin birilerini incitme olasılığı oldukça yüksektir sanırım. Kırgınlıkların, küslüklerin sayısının alıp başını gittiği şu zamanlarda, bir günlük hafıza ilaç gibi gelmez mi? Her insan bi kere bile olsa balıkların 5dakikalık hafızalarına özenmemiş midir? Seni inciten hiçbirşeyin beyninini gün içinde kemirmeyeceğini düşünsene bi, depresyon diye bir şey olmaz yaşamda. Herkes mutlu, herkes huzurlu, herkes yeni doğmuş gibi. Nefretin intikamın kendine yer bulamayacağı kadar kısa olan bir hayat ne kadar acı verici olabilir ki?

   Aslında kötüdür; bazı şeyler vardır zamanla değerlenir, bazı zamanlar vardır an geçtikten sonra değerleri anlaşılır. Bütün bunlar için bir gün hiçbir şeydir, 24 saat o kadar çabuk akar ki tutamazsın, o saat dediğin şey beklemediğin zamanlarda saniyelere dönüşüverir. Gün biter uyursun, sabah uyandığında ise aklında gece gördüğün rüya bile yoktur. Hani değerleşecek olan şeyler, akreple yelkovan arasında sıkışıp kalmış sonrada yok olmuş olmasın? Elde kalan, yaşlanan vücutta hergün yeniden doğan bi beyin. Bu nasıl iyi olabilir ki?

    “ bunu daha önce duymuştum” – henry

    Bilmem ki ne kadar olağandır hergün bir ilki yaşamak. 50 first dates’de her şeyin ilk baştaki gibi olması. Değişen onca şeyin ortasında aslında değişen hiç bir şeyin olmaması. Hiçbirşeyin ilk öpücüğün yerini tutamaması. Bütün bunlar gerçek olabilir mi?

                                                                             '50 First Dates'

         Lucy: peki, her gün kendine aşık etmeyi nasıl başarıyorsun?
         Henry: bu çok basit. Mavi kotumu giyiyorum, karşına geçip popomu sallıyorum, aşık oluyorsun.

  E.



16.9.11

2,3,4D..

Sinemadan kokular yükseliyor,
Daha fazla ne yaparım da sektörü kurtarırım diye düşünmekten olsa gerek; 3D’ye yeni alışmışken şimdi de 4D çıktı karşımıza.
Her geçen gün sinemaya elini kolunu sallaya sallaya girmenin zor olmasından mı, burnumun üzerindeki o koca gözlüklerin rahatsızlığına henüz alışamamışken bi de koku kartlarıyla karşılaşmamdan mı bahsetsem bilemedim, ama stajımın son gününde izleme lütfuna eriştiğim, Spy Kids: All the Time in the World filminden bahsetmeden geçmek de içimden gelmedi şimdi. Hani vardır ya.. pazar sabahı çocuk sinemaları, köpekler konuşur, uzaylılar gelir, kahramanlar hep çocuktur falan. İşte bence bu filmler sadece haftasonları kahvaltı saatinde kalmalı, hani çayın yanında tatlı niyetine.. 

not*: Eğlenmek için birçok eğlence merkezinin olduğunu hatırlatır, en azından sinemanın kendine has özelliğini korumasını umduğumu belirtirim.

Bu arada; sinemadan koku nasıl gelir , koku kartları ne işe yarar, bu kız neden bu filmi izledi diye merak ediyorsanız.. işte cevabı; radikal syf38'de

   E.

30.8.11

As time goes by!


- play again Sam! for old times’ sake. play it once ‘As Time Goes By’

   Zaman geçtikçe, eski günlerin hatırına; diye başlayan cümleleri ne kadar çok duyarız dimi. Eski anların değeri hep yıllar sonra anlaşılmak zorundadır. Birinin girerken diğerinin çıkmak zorunda olduğu o kadar saçma bir dünya ki, içinde bulunduğumuz her an kendini bu konuda ispatlıyor.
    Kiminin silahla, kiminin sözle, kiminin ise müzikle yaptığı direnişlere tanık oluruz. Her direnişin, savaşın arkasında hep bir kadın, bir erkek ve önünde iki tercih vardır. Duygular- düşünceler; kendi- etrafındakiler; olan- olması gereken. Sonunda bir tercih yapılır tabi ki. Ama hep bir piyano tınısı hatırlatır seçimindeki hatayı. ‘zaman geçtikçe’ hala eski hikaye, aşkın savaş ortasındaki hali; gelecek ne getirirse getirsin eski zamanların hatırına aynı duygulara tekrardan playagain.


                                                                                         'Casablanca'

     Şehirlere anlamlar yükleriz. Basit bir yüz ölçümü, jeopolitik konumu değildir şehirleri önemli kılan. Paris, aşık olduğun için; Casablanca, geçmişinle buluştuğun için özeldir. Tıpkı bendeki; doğduğum için İstanbul’un, hayal ettiğim için de Barcelona’nın özel olması gibi. Mekan, zaman ve kişi kadar önemlidir. Onlar olmadan da sadece enlem-boylam arasında  sıkışmış km² den başkası değil.

          ‘bunu unutmamalısın
           bir öpücük, hala bir öpücüktür,
           bir iç çekiş, hala bir iç çekiştir,
           ….
           kadının erkeğe
           her erkeğin de kadına ihtiyacı vardır’
           http://fizy.com/#s/17ab3g

     E.

27.8.11

Başka bir aşk..

      Susmak çoğu kez konuşmaktan daha çok şey anlatır. Hani bi an göz göze gelirsin ve o an anlatırsın her şeyi. Tek bir bakış, sözlerden daha çok kendini tanıtır. Daha saf, daha dolaysızdır.
    Seslendiğinde dönüp bakmaması, hiçbir zaman ona şarkı söyleyemeyecek, dans pistinde birlikte ritme kapılamayacak olman, müziği hissedememek.. Kulağa yaşanması çok güç bir durum gibi geliyor, ki öyle. Ama işte o bakıştaki anlam, kurulan bağ var ya an gelir her şeyi siler süpürür. Sesin işaret dilinde hayat bulur, gülüşün onun için en güzel enstrüman görevini üstlenir.
     Gün içinde o kadar çok gereksiz konuşmayı dinlemek sorunda kalıyoruz ki. Hep geri planda türlü türlü sesler. Saçma, gerekli bi sürü bilgilerin aktığı ses dalgaları; gün sonunda başına saplanan ağrının en büyük nedeni. İşte tam o an; sakin koy’un, seni rahatlatan sukunet, sessiz dünyasıyla seni bekleyen sevgili yanı oluyor. Aşkın engel tanımaz hali seni her akşam evinde bekliyor. Kimi zaman tökezlese de kendisini umutsuz hissedip pes etse de yol ortasında; sonunda aşkın dilinin her yerde olduğu gibi olmasının gerekli olmadığını görüyor ve kendi dilleriyle konuşmaya başlıyor. Başkasının bunu anlaması değildir önemli olan; esas durum hiç konuşmadan anlaşmanın verdiği tarif edilemez his. Kimsenin anlamadığı ama senin bildiğin.
      Başka dilde aşk, içinde bir yere bir şeylerin saplandığını hissedeceğin türde bir hikaye. Zeynep ve Onur. İki farklı dünya, iki farklı dil, ortak bir aşk.

                                                                                'Başka Dilde Aşk'


     İlk defa sinemada izlediğimde, tam kalbimin ortasında bir yumru, çıkmayı bile beceremeyen bir hıçkırık ve gözümden akan bir damlar yaş vardı bende. Salondan çıktığımda, kulağımda hep Mor ve Ötesi’nin ‘ayıp olmaz mı’sı, dilim de ise filmi benimle izleyen arkadaşıma anlattığım filmin an be an diyalogları benimle birlikte eve giden yoldaydı. Mert Fırat’ın harika ötesi performansı, konuşmadan bütün duygusuyla içindeydi filmin. Hep hayran olmuşumdur zaten işitme engellilerin hiç bir şeyi dolandırmadan anlatabilme durumuna. Demek ki edebiyat yapma dedikleri sadece sözlerle oluyor. İşin içine sözler girdiğinde dolanmadan gidemiyorsun varacağın noktaya.
   Hımm.. o zaman aynı dili konuşan insanların dışarıda kurdukları ilişkilere baktığımızda, sorarım; peki  konuşmadan anlaşabilir miyiz?
- Daha sade, daha saf, daha yalın olduğu için; cevabım kesinlikle evet..


   E.

25.8.11

Mürekkep lekesi başkadır..


   Eskidenmiş postacı beklemek. Birinden bir haber, bir cevap almak için beklemek günlerce. Gelen, gelmeyen, kaybolan zarflar içinde yazan o satırlar. Şimdilerde  bir ‘delete’ tuşunda sonunun geldiğini düşündüğümüzde, o zamanlar onu ortadan kaldırmak bile zahmetliymiş doğrusu.
    Kendini yazıya yansıtmak hem zor hem de kolaydır. Zordur, yüzleşmek ne zaman kolay olmuştur ki; kolaydır, bir türlü ağızdan çıkamayan, düğümlenen o bütün laflar kalemden daha rahat yol bulur kendine.
    Ucundan kıyısından da olsa mektupların gelip gittiği o zamanların şahidi oldum. Küçüktüm tabi, ne bana yazıldı ne de ben yazdım uzaktakine. İşte hep bundan, teknolojiyi sevsem mi sevmesem mi bilemiyorum kendimi bildim bileli. Anti-yenici olarak mail kutumun okunmamışlarla dolu olmasındansa, odamdaki çekmecenin okunmuş mektuplarla dolup taşmasını tercih ederdim. Tabi ki; yıl 2011 ve bu imkansız.
     Birine adresini sorduğunuzda @ görmek yerine, sokak ismini duymayalı kaç yıl oldu hiç düşündünüz mü? Times new roman karakteriyle değil de yazıyı el yazısıyla okumak her zaman farklı hissettirir. Fazla okunan mektupların katlı yerlerinden yırtılacak duruma gelmesi; zamanla sararması; yazıların okunulmayacak derecede silinmesi; sadece bana mı özel ve farklı geliyor. Kendi kendime ‘acaba ben mi geri kafalıyım ya da herkes mi çok modern?’ sormadan edemiyorum.
     Bir insan sevdiğine her gün bir kağıt dolusu bir şeyler anlatabiliyorsa; yılmadan, cevap almadan her gün o mektubu postaya veriyorsa; gerçektir her şey. 365 gün 365 mektup. Noah’dan Allie’ye; Seabrook’tan New York’a gidiyorsa o el yazısı, o duygu, yalan olan yoktur ortada. Eninde sonunda doğru adresi bulur, cevap alınır. Er ya da geç, gerçek sahibinin elinde yıpranmaya başlar, saklanır, tekrar tekrar okunur. Tekrardan aynı hissetmek için..
     The Notebook; tekrardan izlendi, tekrardan aynı hissedildi.

                                                                          'The Notebook'

     E.

20.8.11

Esas hikaye..


   Korku; yüzleşme korkusu. Eski bir anla, gerçekle, geçmişte kalan bir sevgiliyle, kendinle.. Korkuların en ürkütücüsü, en zoru, en aşılması güç olanı. En cesuruna bile bir şekilde dokunmuş, kendini tanıtmış olması yeterli değil mi onu ‘en’ yapmak için?
   Şans; bazen herkeste olan bazen de kimsede olmayan. Kovalanan, kaçırılan. Kumarda, aşkta, işte, caddeden karşıya geçerken, bir insanla tanıştığında.. her nefes alışında yüzleştiğin yenilmez güç. Gücün, hırsın, paranın, insanların bir şekilde yenildiğine tanık olmuşsunuzdur. Şans bunlardan biri değil. Şansı yenemezsin, boyun eğmekten başka elden ne gelir?
    Ölüm; kalan anılar, kalan hesaplar, pişmanlıklar, bir kağıda karalanmış duygular.. Aniden gelen, kimi zaman planlanan kimi zaman beklenen. Boşluk, yokluk, hissizlik. Kulakta kalan bir ses, gözde beliren bir gülüş. Engellenemez, unutulamaz ama alışılır.
    Bekleyiş; dakika, saat, gün, ay, yıl. Cafede, durakta, evde, telefonda, düşüncede, sözde. Yerin ve zamanın önemli olmadığı tek durum. Birini, bir şeyi, bir anı beklemek arasındaki fark nedir ki? Kimi zaman sıkıcı kimi zaman heyecanlı. Uzaklara bakıp odaklanma meselesi. Uzun uzun uzaklara dalış yaptığında kaybettiğin her şey, bekleyişin faturası. Faturanın kesimi sana öğretir ki; o kadar çok uzaktasın ki, göz önündeki şeyler hep kaybettiklerin.
    Blueberry Pie; kimsenin istemediği, özel, gün sonunu ilk haliyle karşılayan bir gece rüyası. İstenilmeyen tat olmasındaki cazibe için de, kimse tarafından seçilmiyor diye de turta suçlanmaz değil mi? Bazen farkına varmak gerek, turtaya aşkın belki de bundandır.  


                                                           'My Blueberry Nigths'

     Elizabeth'e göre bir porsiyon Blueberry Pie ile dondurma vazgeçilen şeylerin ardından verilen en güzel hediye. Bana göre mi, elmalı turta işe yarar gibi görünüyor. Ya sizin ki?

     E.


14.8.11

Bu sefer Londra!

     Daha önce Manhattan, Barcelona ve yakında Paris.
    W.Allen tarzı, oyunculardan öte şehir hikayesi. Kimine göre gereksiz, kimine göre farklı, kimine göre ise olağanüstü yetenek. Ya öyle ya böyle demek imkansız onun için. Ya seversin ya sevmez, ya izlersin ya izlemez. Ama eh işte demek zordur. Yani tam olarak açıklaması zor olsa da filmleri hem bu kadar net hem de karmaşıktır.
     Woody Allen, farklı bir yönetmen, garip bir insan ve kesinlikle süper bir oyuncu. Hayatının renkli kısmını filmlerine aktarmadaki başarısının yanında rolüne kattığı renklerde bi o kadar farklı ve güzel.
     Scoop’ta karşımıza sihirbaz Sid Waterman olarak Londra’da çıkıyor. O kadar hızlı ve takılarak konuşuyor ki  -biraz tezat oldu ama durumu ilginç kılan o zaten- ister istemez fazlasıyla sempati duyuyorsunuz.O gözlüklerle, yaşadığı karakterle sanki çocukluğumdan, adeta Walt Disney’den fırlamış gibi. Hem gerçek hem fantastik.
   Bu filmlerde net bir duyguyu yaşadım demek mümkün değil. Sanki bir duyguya yoğunlaşmamıza izin vermiyor gibi. Scoop’ta hem güldüm, hem gerildim, hem üzüldüm. Ama bu duygu akışı o kadar hızlı oldu ki filmin türünü kesin bi adla adlandıramıyorum. Karmaşık, aynı günlük yaşam gibi.
    Bana göre, W. Allen herkesten farklı, apayrı bir kişilik. Vicky Cristina Barcelona, ilk izlediğim filmi olmasına rağmen. Barcelona’nın göz alıcı güzelliği dışında film çekmemişti beni.- W.Allen hayranları bu duruma şaşırabilir- Ama buna rağmen, bende W. Allen hayranlığı oluştu bir anda. Benim için ilkti, bi filmden hoşlanmadığım halde yönetmenin diğer filmlerini araştırmak ve izlemek istemek. Garip bir durum, tıpkı W. Allen filmlerinde olduğu gibi.
     Filmlerinin yanı sıra o meşhur sözleriyle de felsefik sözlerin bulunduğu bütün internet sitelerinde, twitterda, facebookta karşımıza çıkmayı başarıyor. Ki şimdi de ben burada bi kaç alıntı yapmadan geçmeyeceğim.
     “hayattaki tek pişmanlığım başka biri olmamam.”
     “zaten kötülük değdin aşırıya kaçmış iyilik değil de nedir?”
     “bir adam çok güzel bir şakı söylerse mest olursun. hiç aralıksız söylerse başına ağrılar girer.”
     “bütün cevaplarına karşı sorularım var.”

                                                                                                'Scoop'

     Bu arada, Midnight in Paris’i de izlemek için sabırsızlanıyorum. Hikaye bağlamaz belki beni kendine, ama Paris’i izlemekten ne çıkar? Hep derim, bazen önde duran şeyden sıkılırsan, fondaki bir yüze bakmak seni her zaman rahatlatır. 

                                                                      
             E.

10.8.11

Köstebek kokusu alıyorum..


    Kimse yalan söylediğini itiraf etmez. Hep farklı bir karaktere, farklı bir duyguya bürünür ama buna hiçbir zaman yalancılık adını vermez. Herkes ruhunda bir köstebek saklar. İçini kemiren ama dışa hiç bir şey belli etmeyen. Kendi kendine duyduğun şüphe. İçindeki köstebekle verdiğin sonu gelmez savaş.
   Yalan söylemek için; ulvi bir görev, minnet duyduğun bir kişi ya da sadece teraziyi dengede tutmaya çalışmak yeterli bir bahane olabilir mi? Kırılan kalp, sarsılan güven, kimlik kaybı. Bütün bunlara değer mi?
    Köstebekler görmez ve hep toprak altında yaşar. Ama yüzeye çıktıklarında etrafında koca bir toprak yığını olur. Yuvalarının kargaşası önemli değildir artık Çünkü, her şey bitmiştir, oyunlar sona ermiş hedef ortadadır.
    Bazen o meşhur dengeyi kurmak için türlü yollar deneriz. Köstebeklerin yuvalarından daha karmaşık ilişkiler içinde buluruz kendimizi. Bu yoların en meşhurunun ise saklanmak değil hedef şaşırtmak olduğunu da iyi biliriz. -Eğer olduğun kişi olmak istemiyorsan, başkalarını kendi benzerin yap. Yani işlem bu kadar basit.

  Köstebeklerden bu kadar bahsetmişken The Departed’ı izlemeden geçmek olmaz. Bakın bakalım bi, köstebeklerin sonu nasıl oluyormuş. Siz de bilirsiniz ki bazen sonumuzla yüzleşmek en etkili ilaçtır.
                                         
                           
              

              E.

9.8.11

'Keşke' bir gün biter mi?

       Yıl 1958, New York.
     Sonunda buldum. Keşkelerimin başlangıç noktası, 18.yy İngiltere’si mi, Manhattan 1950ler mi buldum. Keşke bi 50 yıl kadar önce New York’ta doğsaydım, keşke şuan sadece bakmakla yetindiğim, belki düğün arabam olur dediğim, resmini hep göz önünde tuttuğum Chevrolet’ime kendi yılında sahip olabilme şansım olsaydı, keşke şuan vintage olarak nitelendirdiğimiz kıyafetleri, jean t-shirt gibi her an giyebilseydim.
   Mesela benimde bir Tiffany’m olsaydı başıma burada hiç bir şey gelmez diyebileceğim, anahtarımı kaybettiğimde ziline basabileceğim bir komşum, bana krakerden çıkan yüzüğü bile en pahalı mücevher olarak görmemi sağlayacak bir Paul’m, her zaman her yerde kurtarıcım olan Chanel imzalı bir siyah elbisem olsaydı; keşkelerim biter miydi acaba?
     Burada bir parantez açıyorum - aslında benim imzasız da olsa bir siyah elbisem var, söz verip dirseğimi öperim ki٭ sadece bir günlüğüne İstanbul’da bile olsa, geçmişte olacağım; hem de tam olarak 1958’de.- 
     Eh tabi ki müzikleri es geçmemek gerek. Bunun için de filmden Hepburn’un gitarıyla çaldığı efsane şarkıyı bi dinleyin derim. Ne de olsa müzik anlatılmaz, sadece hissedilir.
    http://fizy.com/#s/17ktcl

      Soruma tekrar dönecek olursam tek söyleyebileceğim. Ütopik bir zirve noktası diye bir şey varsa o da kesinlikle 'keşkelerimizin biteceğine inanmaktır.' En azından nefes aldığımız kadar.


' Breakfast at Tiffany's '

* "söz verip dirseğimi öperim ki" Holly Golightly'den alıntıdır.

E.





6.8.11

Mutluluk, zor olmasa gerek..

    İnsanoğlunun mutluluk kaynağını arama, istatistiğe vurma çabasından ve medyanın her kolunda bu çabayla karşılaşmaktan bıkmıştım ki kendi mutluluk kaynaklarım imdadıma yetişti.
    Hiç anlamıyorum; birileri dünya üzerinde tek tip insan var dese herhalde toplu, gürültülü bir kahkaha duyarız. Ama o birileri insanların mutlu olmasına sebep olan şey diye tek tipe indirgediğinde onu uzman bilirkişi olarak televizyonda izlemek zorunda kalıyoruz. Yapılan araştırmalara göre; kadınlar için mutluluk kaynağı ayakkabı almaktır, giyerken pek mutlu olduklarını düşünmüyorum ne yazık ki; elma kokusu insanı mutlu edermiş, yemeseniz bile bi koklayın, doğrusu ben elmanın kokusunu bile hatırlamıyorum ama öyleymiş deneyin yüzde yüz çalışır diyorlar; bir tabak makarnanın bizi bütün sıkıntılarımızdan kurtaracağına inanacakmışız, sakın daha sonra alacağınız kiloları dert etmeyin an için mutluluktur bizim için önemli olan; bu yaz aylarında en çok tüketilen besinin dondurma olduğunu biliyoruz, peki az yenirse mutluluğu çoğaltacağını duydunuz mu? Öyle diyorlar doğru mudur bilmem. Diyorum ya insanların en çok aradığı şey mutluluk, ama inanın kaynak üretmeye çalışan kişi sayısı uygulayan kişi sayısından kat be kat daha fazla.
    Bana kalırsa bazen insanları rahat bırakmak, hayatlarının her anında bir müdahaleye maruz kalan bu insanları mutluluk arayışlarında olsun azat etmek en iyi çözüm. Kıyafetleriyle bile pişti olmaktan korkan bu toplumu neden bir şekilde aynı kaynaktan bağlamaya zorluyoruz ki?
    Çok uzattım galiba, bu kadar insanların farklı olması gerektiğini söyledikten sonra kendi kaynaklarımı ifşa ettiğimde bir hayal kırıklığı hissedebilirsiniz. Eğer anormal bir şeyler bekliyorsanız çok fena yanılttım sizi. Çok bilindik, çok basit. Kahve ve çikolata.
    Eğer duble mutluluk istiyorsam, alın size spesifik bir durum; Chocolat izlerken kahve içip çikolata yemek. Herkeste aynı etkiyi yaratır mı bilemem ama diyebilirim ki birkaç arkadaş üstünde denendi, onaylandı.
    Ortadaki ironi ise filmde Vianne’nin de insanların mutluluk kaynaklarını bulmasında yardımcı olan bir kadın olması. Attığım nutukların ardından ilaç gibi geldi doğrusu.  Filmde mutsuzluklar kasabasına bir anne kızın gelmesiyle tebessüm geliyor, izlerken filmin ortalarına doğru katılan Roux( johnny depp ) sizinde suratınızda bir tebessümün oluşmasına neden olabilir. Vianne’nin de benim gibi düşündüğünü, insanları mutlu eden çikolatanın bile çeşit çeşit olduğunu bilmesini söylemeden geçemeyeceğim. Bu çeşitliliği insanların suratına bakıp bulması da onu o bildiğimiz uzmanların üstüne, mutluluk kaynağının tahtına oturtuyor.
    Eğer olur da izlemeye karar verirseniz elinizin altında en sevdiğinizden bir çikolata bulundurun muhakkak. Çünkü, Vianne çikolataları yaparken, kokuları size kadar gelecek ve inanın ki onlara karşı koymak mümkün değil.
                 
     
 E.

4.8.11

Bir tutam hayal...

    Yemek yapmak müzik gibidir. Bir tutam ondan bir tutam bundan derken bir bakarsın ki bambaşka besteler türeyivermiş mutfak tezgahından.
    Sıkılınca, sinirlenince, mutlu olunca yemek yapmak en öncelikli hobimdir. Komik olan; acıkınca yemek yapma zevkimin birden kaçıvermesi. Bana göre yemek yapmak onu yemekten çok başkaları için hazırlayınca tatlı gelir. Daha bir özenle yapılan her şey gibi, vitrinleme duygusu bizi ele geçirir. Tariflere yeni bir şeyler eklemek, yemeğe imzanı atmak; işte o an hissedilen duygu harikadır. Kesinlikle tavsiyedir, en yakın zamanda deneyin. Aklınızda bulunsun herkes yemek yapabilir, altı üstü ağlamak, gülmek gibi bir şey sadece. Bu kadar yaşamsal bir olayda yetenek aramak saçma olur sanırım.
     Mutfak aşkımı depreştiren filme gelirsem eğer; Ratatouille’nin ta kendisi. Fransa’da bir mutfak! İnsanın fare olası geliyor doğrusu. Her şeyi bırakıp gitmek, tek derdinin ateş üstündeki tava olmasını istemek, yağın çıkardığı o cızırtıda kimsenin duymadığı çıldırma nöbetlerinden birkaç tanesini geçirmek. Kulağa hayalden de öte, çılgınca geliyor tabi. Yalnız, gerçeğinde biraz çılgınlık olduğunu düşünürsek belki bir şansımız olur. Sonuçta biz Ratatouille değiliz, rahatlıkla kullanabileceğimiz aklımız, hislerimiz ve ellerimiz var. Bazı şeyleri değiştirmek, gerçekleştirmek için bunlar yetmez mi?



   E.

1.8.11

Bazen çuvaldızı hissetmek iyidir..

     İki farklı kutup, birbirini anlamaya çalışan ama bir türlü beceremeyen. Kadın ve erkek, birbirinden bir o kadar farklı, bir o kadar birbirini tamamlayan.
     Kadınlar kendilerini bildi bileli erkekleri anlama, yorumlama, sonrasında üzülme, umutlanma yollarında istikrarlı bir şekilde ilerler. Çocuk, genç, yaşlı fark etmez. Onlara göre yollarını kesiştiren işaretler hep orda köşede bir yerde. İhtimaller zinciri, felaket senaryoları, arkadaş sohbetleri. Aslında tam olarak bu üçgende şekillenen kadınların aşk hayatları için komplo teorileri diye bahsetmek çok insafsızca değil mi? – Aradan iki gün geçti aramadı, ben arasam mı? Acaba numaramı mı kaybetti? Ya da kaza geçirmiş, hastalanmış falan olabilir mi? Belki de bütün suç telefon şebekesinde ondan attığı mesaj bana ulaşmadı, gibi süregelen bir komplo teorisi hiç gördünüz mü? Bu daha çok kadınların karmaşık gibi görünen hayatlarının aslında bir telefonla çözüleceğinin kanıtıdır.
    En tehlikelisi ise kadınların bir senaryo yazarı gibi davranması değil, işaretleri yanlış yorumlayıp arkadaş desteği ile tamamen başka dünyaya transfer olmasıdır. - Saçını mı çekti, kızım kesin senden hoşlanıyor ondan sana kötü davranıyor böyle, sana çıkma teklifinde bulunmuyor çünkü senin başarın onu korkutmuş durumda, inan bana ciddi bir ilişkiden yeni çıktığı için böyle davranıyor, inan bana hiç ciddi bir ilişki yaşamadığı için böyle. Gördüğünüz gibi asıl korkulacak durum, bütün sorunların başlangıcı; erkekler her ahmakça davrandıklarında bizden hoşlandıkları anlamına geldiğine programlanmış olmamız. Burada suçlu aramak ne kadar akıllıca bilmiyorum ama suçsuz aramanın delilik olduğuna eminim.
    İsterdim ki şu an burada erkeklerin kadınların hakkındaki düşüncelerini, sohbetlerini, hislerini de yazayım. Fakat ne yazık ki onları anlamak gibi bir lütufa eremedim henüz. Eren biri varsa en içten saygılarımı iletiyorum. Kim bilir belki biri bir gün, He’s Just Not That İnto You’nun tersini çeker ve bizde anlarız. Çok basit oldukları için mi yoksa çok karışık oldukları için mi onları anlamak bu kadar güç.
    Dedim ya hem farklıyız hem birlikte. Ve belki de mutlu son sadece değişmekte.



     Yukarıdaki çok aşina olduğumuz o replikler bu filmden alıntıdır. Tanıdık yüzler görmek isterseniz bi izleyin derim.

       E.

25.7.11

F.R.I.E.N.D.S

   

     Şuan elimde, 7sezonu izlenmiş 3sezonu hala beklemede olan toplam 10sezonluk Friends; benimle hem aynı hem de bir o kadar farklı, Friends'i toplam 3 kere izlemiş olan bir yakın arkadaş; ve bir bölümü 20 dakika toplam bir sezonu 480 dakika olan bu diziyi 3 yıldır bitirememiş olmanın anlamsız sıkıntısı ve mutluluğu var.
      -Arkadaşlığın değerli, dizilerin sıkıcı uzunlukta olduğunu düşünenler, keşke şuanda New York, Central Perk’ta kahvemi yudumluyor olsaydım demek için
      -Soundtrackı bile dinlerken oluşan o tebessümü merak edenler için
    -Oda sıcaklığı 35° olduğu bu günlerde Phoebe’nin soğuk esprilerini duymak; Joey’in yediği pizzalara iç geçirip, hatta sonra da sipariş edip afiyetle yemek; evlerinden uzaklarda anne hasreti duyanlara Monica’nın takıntılarını gösterip, gerçek annelerini hatırlatmak; ne yaparsanız yapın kimse sizi fark etmiyorsa, adınızı yanlış söylüyorsa, herkes sizin yaptığınız işten bile bir haberse, Chandler’ı tanıyıp sizin gibi insanların var olduğunu görüp kendi halinize şükretmek; zengin şımarık kızların sonunda bir gün arka plandaki erkeği fark edeceğine inananlar için Rachel’ı izleyip bir oh çekmek; ve son olarak hayatlarının her dakikasını umutsuzluk içerisinde geçirenler için çok kısa bir süreye 2 çocuk, kısa süreli 3 evlilik sığdırmayı başaran Ross’u görüp özgüvenlerini tavan yaptırmak isteyenler için
    Friends, tam anlamıyla gerçek mutluluğun habercisi. Eğer toplam 4800 dakika gülmek yetmez diyorsanız, benden tavsiye; playagain yapmaktan hiçbir zaman çekinmeyin.


      E.

16.7.11

Serendipity -şanslı tesadüf-

   

     Bir çift eldiven, kimin cüzdanında olduğu bilinmeyen bir beş dolar, herhangi bir eskici dükkanına bırakılmış bir adet “ love in the time of cholera”. Bunlardan da bunları arayan insanlardan da milyonlarca olabilir. Ama bazen tek bir tanesi senin hayatını değiştirebilir. O istisnayı bulabilmek mi? İşte esas meselede bu olsa gerek.
    Tesadüf diye bir şey var mıdır? Bütün hayatımızı oluşturan kader midir? Yoksa kontrolü elinde tutmak varolmak için tek seçenek mi? Anne babamız, ilkokuldaki sıra arkadaşımız, doğduğumuz ülke, yaşadığımız yüzyıl; kaderin bize uyguladığı ilk oyunları olmalı. Çok alakasız bir yerde görülen alakasız arkadaşlar, bir film repliğinden fırlayan eskiden söylemiş olduğun bir söz, bir çok şeyleri hatırlamanı sağlayan şarkılar; gün ortasında veya gece yarısı aniden beliriverir. Kesinlikle bu saydıklarımdan birini olsun yaşamışsındır. Esas problem onu bir serendipity olarak görüp görmemekte. Yani olay, evrenin gönderdiği işaretin farkına varmakta. 
    İşte tam bu sırada Sara* devreye giriyor. Hayatını tesadüflerin akışına bırakmış bir kadın. Ve onun küçük oyunlarına maruz kalan Jonathan*. New York’da bir noel gecesi,  beş dolarlık bir banknota ve bir kitaba yazılan telefon numaraları. Ve kader, Sara ve Jonathan için oyunu başlattı.


    E.

13.7.11

Harry Potter - çocukluğum, gençliğim -

"Unutmayın, asa büyücüyü seçer."



  Yeni doğan yeni yetme çocukların hiç tadamayacakları bir heyecan yaşattı bize Harry Potter. Devam kitapları, filmleri derken büyüdük. Yeni filmi ne zaman çıkacak nasıl olacak diyerek 10 yılı geçirmişiz haberimiz yok. Harry, Ron ve Harmoni’nin Felsefe Taşı’ndaki fotoğraflarını görmesem bu kadar yıl geçtiğine inanmayacağım. Resmen bir kuşak Hogwarts’ta bıraktı hayallerini. Harry ve arkadaşları büyürken, aşık olurken, kavga ederken hiçbir tuhaflık hissetmeden benimsedik her hallerini. Çünkü, bizde onlar gibiydik, bizde büyüyorduk, ve yeni dünyayı keşfediyorduk. Onlar ruh emicilerle uğraşırken biz de kendi dünyamızın ergen sıkıntılarıyla boğuşuyorduk. Dünyalarımız farklı, biz aynıydık. Harmoni’nin zekası, Ron’un salaklıkları, Harry’nin yetenekleri bizi sinema salonlarına itiyordu. Hatta ilk gününde izlemek isteyenler gişe önlerinde kuyruk oluyorlardı. Farklı bir maceraydı, dedim ya onlar bizim çocukluk hayallerimizdi. Biz sadece izlemedik, o çocuk aklımızla büyülü trenle biz de yolculuk yaptık Hogwarts’a. O kadar etkileyici yazılmıştı ki bir çocuğun bunu gerçek olarak benimsemesi kadar doğal bir durum olmasa gerek.  J.K. Rowling’de nasıl bir hayal gücü var, sınırları ne kadar esnek diye sormadan çıktığım bir filmi yok doğrusu. Bu da bunun kanıtı mıdır, kanıtıdır.
    Teknik meselelere gelirsek eğer, Harry Potter serisinin ilk iki filminin yönetmeni Chris Columbus ile son üç filmin yönetmeni David Yates arasında kutuplaşan izleyicilerden bahsetmemek olmaz. Columbus’un sadık bir yönetmen olduğunu, Yates’in ise yeni eklemeleriyle daha başarılı yapıtlar çıkardığını söyleyen izleyiciler ciddi anlamda taraf olmuş durumdalar. Seri istikrarı David Yates ile sağlamış gibi görünse de bize büyüyü sevdiren Chris Columbus’a haksızlık etmek istemem. Fakat bir seçim yapmam gerekirse de çok politik davranarak serinin en beğendiğim filmi Azkaban Tutsağı’nın yönetmeni Alfonso Cuaron’ı seçerim. Cueron’un yakaladığı karanlık hikaye yapımcılar tarafından beğenilmediği için -gişe kaygısıyla- yönetmenle yollar bu filmden sonra ayrıldı. Ama bana kalırsa Harry’i ve arkadaşlarını çocukluktan kurtaran bu film; müziğiyle, görsel efektleriyle serinin en can alıcı halkası durumunda.
    Ve son olarak da favori karakterimden bahsetmek istiyorum. Ne Harry ne Ron ne de Harmoni. Bence en bomba karakter, ev cini Dobby’di. Dobby’nin Harry’e olan bağlılığı, hep kötü sonuçlanan yardım çabaları, çoraplara ve şapkalara olan hayranlığı tam anlamıyla her eve lazım bir ev cini dedirtecek cinsten. Harry Potter ve Ölüm Yadigarları-1’de Bellatrix Lestrange tarafından atılan bir bıçak ile öldüğü sahne ise tam bir duygu patlaması yaşanılacak türden. Dobby için özgürlük Harry’di, ölürken bile Harry Potter dedi. Harry de bu sadık cinin mezarına bu sözleri yazdırdı.“ here lies dobby, a free hose elf”.Etkileyici dimi?

Dobby!!
   Final bu 10 yıla yaraşır şekilde mi yapıldı bilmiyorum. Beklentiler bu kadar yüksekken memnuniyeti yakalamak zor olsa gerek. Yalnız biliyorum ki her nasıl olursa olsun bugün sinema salonlarından ayrılan Harry Potter hayranları bir boşluk hissedecekler. Artık büyü yok, hayal yok. Çocukluk mu? O da ne büyüdük artık biz. Ne yazık ki onun bizde yeri yok.   

   E.

18.6.11

Babalar Herşeyi Bilir..

            " - baba güneş niye sarıdır?
             - ee çünküü üstünde sarı ketçap var."



    Hiç babanızın kendinizden küçük bir yaşta olabileceğini düşündünüz mü? Zeka düzeyi olarak senden küçük bir baba aynı zamanda senin çocuğun da olur dimi? Şüphesiz baba deyince çoğumuzun aklına olgun, aklı başında, kuralları olan, öğreten, kimi zaman kızan, kimi zaman koruyan bir figür geliyor. Ama gün gelir bu değişir ve bir bakmışsın ki, baban seninle büyür.
    Sam Dawson, zeka düzeyi 7yaşında bir çocuğa eşit olan, 7 yaşındaki kızıyla birlikte yaşayan, Beatles hayranı bir adamdır. Kızı Lucy’e yetememekten korksa bile, kızını yanından alan hükümet görevlilerine karşı kızının yanında kalması için mücadele veren bu adamı, serseri karakterlerle tanıdığımız Sean Penn, harika performansıyla adeta onu bir dev’e dönüştürüyor. Elinde imkanı olduğu halde gerçek bir baba olamayanlara inat I’m Sam bize müthiş, duygusal, etkileyici baba – kız diologlarını sunuyor.
    Fonda Beatles şarkılarıyla bu diologları izlerken, Sean Penn ile Dakota Fanning’in gerçek oyunculuğuna tanık olacaksınız.

 lucy: "sen neden diğer babalardan farklısın?"
 sam: "ne demek istiyorsun?"
 lucy: "sen diğerlerinden farklısın biraz..."
 sam: "ne demek istiyorsun?
 lucy: "olsun baba, ben şanslıyım. diğerlerinin babaları parka gelmiyor..." 


 lucy'nin arkadaşı x: "baban gerizekalı gibi?"
 lucy: "öyle zaten"
 x: "sen de mi gerizekalısın?"
 lucy: "hayır"
 x: "nerden biliyorsun?"
 lucy: "babam söyledi."
 x: "o gerizekalı."
 lucy: "tamam işte bunu ondan daha iyi kim bilebilir ki?" 




     Yarın babanıza, bu filmi birlikte izlemeyi hediye ederseniz belki de onu ilk kez ağlarken görebilirsiniz. Tabi garanti ederim ki bu esnada sizinde ondan kalır yanınız olmayacak.

    E.