31.12.11

Geri sayım başladı

     Yılın en sevdiğim zamanı.. saat 00.00 olduğunda, ben doğduğumda, yıl bittiğinde, mutluluk dileklerimle.. tam da bu gece.
   Yılbaşına az vakit kala farkında olmadan hafif hafif telaşlanırım ben. Her yıla farklı bir benle farklı düşüncelerimle girerim. O ışıl ışıl sokaklarda yürürken, amaçsız yere sevinirim. Bazen yılbaşını unutur, sanki dünya doğum günüm şerefine caddeleri donatmış gibi mutlu olurum.

    Noel babaya inandığım o yaşları özledim.. şömineye asılan çorapların, o gözalıcı güzellikteki çam ağacının ve paket paket hediyelerin olduğu o yılbaşı filmlerini.. ne de çok annemin başını ağrıtmıştım, neden bizde böyle karşılamıyoruz yeni yılı diye. Hatta neden filmlerdeki gibi kar yağmıyor diye anneme babama küserdim. 
    Hep kar taneleri altında kutlanılan noele imrendim ben. Her yılbaşı dua ederdim kar yağsın diye, sabah bi umut koşardım pencereye. İlginç ama şimdi hatırlamıyorum bile o kadar çok istediğim bişeyin gerçekleşip gerçekleşmediğini. Acaba hiç yılın ilk günü yağdı mı kar? Hiç yeni yıla bembeyaz bir örtüyle uyandık mı biz? Oldu da çok mu sevindim ben? Havalara mı uçtum, noldu? Kar yağınca ne olacak sanıyordum acaba.. basit bir apartman dairesi olan evim kar yağınca o görkemli evler gibi mi olacaktı. Hangi bahçeye kardanadam yapacaktım ben ya da kar topu oynayacağım bi alan mı bulacaktım ben caddelerden oluşan semtimde.
    Tabii aradan uzun yıllar geçti, ve büyüdüm. İnançlarım, düşüncelerim, hayallerim, kendim tümüyle değiştim. Bi tek içimdeki o anlamsız telaş ve heyecan kaldı benle. Hayallerime ve çocukluğuma duyduğum özlem. Ne de çabuk geçmiş.. oysaki bi 15 yıl önce bütün bu hayallerimin olacağına ciddi ciddi inanıyordum ben. Bi bu kadar yıl sonra neler gelecek neler gidecek acaba benden.
  
    Şimdi gelelim,  insanın içini ısıtan o güzel yılbaşı filmlerine. Ben sizin için üç film seçtim. Belki siz de benim gibi yeni yıla film izleyerek girmek istersiniz diye..

                                                                                    'Home Alone'

     Çocukluk dedim, hayaller dedim.. işte tam da bunların hepsine uygun bi film karşımızda. Belki de bu evdi beni bu kadar büyüleyen, hayallerimi dolduran, olamaz mı? kaç defa izlediğimi unutacak kadar çok izlediğimi göz önünde bulundurursak, olabilir neden olmasın:)..

                                                                                    'Bridget Jones's Diary'

    Bu filmi görünce çoğunuzun aklına hayattan bezmiş bi şekilde kafasına battaniyeyi çekip ağzı boş durmayan Bridget gelse de, ben bu filmi Marc Darcy'le tanıştıkları noel yemeğiyle hatırlıyorum. O yüzden benim için yılbaşı filmleri kategorisine adını yazdırmış oluyor. dipnot*: özellikle Marc Darcy'nin kazağı muhteşem değil mi^_^

                                                                                      'Love Actually'

   Londra.. noele son bi hafta.. hem yılbaşı telaşı hem aşkın heyecanı. Müzikleriyle ve oyuncu kadrosuyla yılbaşı gecesi evde sıcak bi hava estirecek türden. Çok önceleri izlememe rağmen tek bir şeyi çok iyi hatırlıyorum, suratınızda ufaktan bi tebessüm sizi film boyunca bırakmıyor

   Benden bu kadar, sanırım ben tercihimi Bridget'dan yana kullanacağım, şu sıralar tam kahve+battaniye+tv modumdayım da.
   O halde geri sayım başlasın.. son 9saat30dakika..

E
   

17.12.11

Oyun gibi..

   Çocukken oyunlar oynardık biz. Sokaktan üstü başı çamur içinde eve geldiğimde annem öyle bi bakardı ki bana, böyle hem kızıyo hem gülüyo gibi. Oysaki şimdilerde kirlenmek bile güzel. Biz çocukken yoktu böyle şeyler.
   Saklambaç, sek sek, dokuz taş, yakar top, ebelemece kovalamaca.. derken büyüdük biz. Tek arzumuz akşam yemek saatinin gelmemesi annemizin camdan bizi çağırmamasıydı. Tek korkumuz topumuzun yola ya da mahallenin en cadı teyzesinin balkonuna kaçmamasıydı.
  Türlü oyunlar vardı. Var olanı mı dersin kendimizin yarattığı mı. Hayal dünyasının ganimetleriydi çoğu, hatırladıklarım hatırlamadıklarım nicesi..
    Lades miydi o? Hani iddiasına girerdik bi şeylerin. Kuralları neydi hatırlamıyorum bile, o kadar mı geçti ya zaman. Meğer biz taa küçükken koşarmışız iddia peşinde. Ee yedisinde neyse yetmişinde de odur diye boşa dememiş büyüklerimiz.
    İddialaşmanın verdiği haz, o müthiş inatlaşmalar, kazanma hırsı..

                                                                                       'Jeux D'enfants'

    O zamanlar biz iddialarımız için lades kemiğinin arkasına saklanırdık. Julien ile Sophie ise teneke bi kutuya bağlayıveriyorlar hayatlarını. Çok mu farklı bizden?
    İnat mı dersin, gurur mu, yoksa cesaret mi? Kesin bi cevap vermek zor. Tıpkı saklambaç gibi, körebe gibi çocukça bi oyun işte. -cesaret oyunu
  Senin rotanı belirleyen, pusula misali sana tek bi yön gösteren, beklemediğin her anda karşına çıkan tenekeden ibaretse oynadığın oyun. Her ne yapıyorsan o an, onu bıraktırıp kendine çekmeyi başarıyorsa, her taşın altından hep aynı teneke çıkıyorsa ve sen onu asla atamıyorsan uçurumdan aşağı. Bi oyunsa hayatın ya da hayat bi oyunsa.
    Var mı cesaretin o kutuyu saklamaya. söylesene.. cesaretin var mı aşka?

dipnot*: biraz masalımsı, biraz gerçek. bazıları çok sever bazıları ise hiç sevmez. ortası yok bu filmin.

E.    

14.12.11

Kazanmak mı? yoksa..

    Genelde hayatımız hep bir şeyler kazanmaya çalışmakla geçer. Para kazanmaya çalışırız, güven kazanmaya çalışırız, insan kazanmaya çalışırız…
    Okul sıralarında, ofis koridorlarında arkadaş kazanmaya çalıştığınız mutlaka olmuştur. Genelde yaptığımız bu işte, kazanmak! Biz dünyaya kazanma hırsıyla gelmiş, ortalığı birbirine katmış, ve sonunda o hırsı başını yemiş insanlar olarak; pek kaybetmekten haz etmeyiz. Tabi gerçekte kaybetmek değilse esas isteğimiz.
    Ucunda kazanılacak bir şey varsa kaybetmesine iddiaya girecek kadar gözü dönmüşleriz biz. Sırf kazanma uğruna duyguları çiğneyen, ezip değerinden tek bi kırıntı bile bırakmayan, tam da biz oluyoruz. Tüm insanoğlu!

                                                                      'How to Lose a Guy in 10 Days'

     Nerden geldim, konuyu nereye bağlayacağım ben bile şaşkınım..

     Diyorum ki ortada bir iddia varsa, bi süre ve bi kadın-erkek varsa. Tek bi soru kalır geriye how to lose a guy in 10 days?

  Genellikle kazanmanın kurallarını öğrendiğimiz kitaplara, filmlere alışık olduğumuzdan isim biraz garip gelebilir. Ama yanılmayın, amaç aynı. Ters köşe, ters takla her neyse.. işte bu film bunu yapıyor. Diyo ki; bi insanı kazanmak istiyorsan, her şeyi onun burnundan getir, hayatı zindan et, ağla zırla surat as, sakın ha sakın gülme. An gelecek bi gün çok ufak bişi ona gerçek yüzünü gösterecek -bi hftasonu aile evine yapılan ziyarette çocuk halinle tanışacak, sarhoşken şapşal bakışlarındaki samimiyeti görecek belki, ya da uykunda sayıklayacaksın saçma sapan gülümseyeceksin falan..- işte o an kazanmış olacaksın onu. Aslında basit gibi görünüyor dimi? Evet, eğer hayatınız bi romantik komedi kıvamındaysa bundan iyisi şamda kayısı hani..

    Nerede duydum hatırlamıyorum, sanırım bi filmdeydi. Bi insana aşık olmak için öyle ayların yılların geçmesi gerekmiyormuş. Saniyelikmiş her şey. Dediğim –an geleceklere- atıfta bulunarak, soruyorum ben de o halde.. bu kadar anlıksa hayatımıza anlam katan her şey, neden nasıl diye sormak ne kadar doğru?
    Ne? Biri ‘carpe diem’ mi diyo yoksa? yok canım o da bi filmdi dimi? evet evet..

E.

6.12.11

Aslında Paris yağmur altında daha güzeldir!

   Renkli renkli apayrı hikayeler, farklı zamanlar, zamanda yapılan gece yarısı yolculukları.. Paris’in gölgesinde kalan birbiri içine geçmiş zamanların hikayesi. Picasso’dan Dali’ye, Hemingway’den Eliot’a kadar uzanan bi W.Allen hayali. Bir rüyaydı belki de izlediğim, midnight in paris'in derininden duyulan kilise çanı misali..

                                                                                        'Midnight in Paris'

   Hiç düşündünüz mü yanlış yılda doğduğunuzu? Aslında başka yüzyıla ait olduğunuzu söylediniz mi hiç? Ben sık yaparım bunu. Şimdiki zamanın dışında her şey güzeldir benim için. Hani hep geçmiş olunca özel olur ya, hep şimdiki zaman sıkıcıdır ya. İşte tam da öyle bişeydir bu şimdiki zamanın seni asla tatmin edememesi. Neden mi? Çok basit, zaten hayatın kendisi değildir seni memnun eden, hayalinde yaşattığın geçmiştir..

   Ne demiş Faulkner, “geçmiş ölmedi. aslına bakarsan hiç geçmedi bile”
  Popüler olan her şeyden kaçarım ben. Modernite olayı pek bana göre değildir. Hani antika, ikinci el ne bulursa gözleri fal taşı gibi açılarak “bunların hepsinde bi yaşanmışlık var, bi hikayesi var” diyen o deliler var ya, o kişilerden biri bendeniz oluyorum. Sahafların kokusu, pikaptan çıkan o hafif cızırtılı ses, siyahbeyaz o klişe filmler.. gözümde üzerine zamanın bindiği her şey, yenisinden bin kat daha değerli olabiliyor. Delilik mi, aptallık mı, hastalık mı bilmiyorum. Ama bazen bu tutkumun annemi delirttiğini görebiliyorum, ama elden gelen bir şey yok malesef. Neyse tekrardan dönelim Paris’in o ışıltılı sokaklarına.

     Woody Allen’ı severim, gariptir biraz belki de ondan, kim bilir!
  Nerden vardım bu kanıya bilmiyorum ama bu filminin daha normal olacağını düşünmüştüm. Neyse ki, Tim Burton’ı nasıl fantastik dünyasından ayıramıyorsak, Allen’ı da hayallerinden ayırmanın mümkün olmadığını daha filmin en başındayken hatırladım. Yani sonunda ne hayal kırıklığı ne de beklenenin üstünde bir şeydi filmin bendeki hali. –yani ne olabilirdi ki; hikaye tam benlik, şehir ise gözlere şenlik iken- 

dipnot*: bu yazımı Paris'e gidebilme ihtimalimin olduğunu öğrendiğim şu güzide günde yayınlamamın ironik bi durumunun olduğu su katılmaz bi gerçek hani..

bi W.Allen seversen, belki hoşuna gider; 

E.

5.12.11

Kalimera!

   Kireçle boyanmış mavi panjurlu evler, uzaklardan kulağa çalınan bi buzuki tınısı. Girit masalıdır bu; kırılan tabakların çıkardığı ses kadar net, kırılan parçalar kadar gerçek. Uzo yanında efkarlanacak kadar denizin öteki tarafının hikayesidir bu.
  
   Dedemin insanları.. sen ben o.. birlikte olan herkes. Bir şişeden çıkan sözcükleri bekler gibi kucaklanan dostlar.. çocukluğa, sevgiliye duyulan o bıkmaz özlem..
   Gözümden hafif hafif ama istikrarlı akan yaşlara inat, gülebilmeme sebep; yine yeniden bi Çağan Irmak eseri.

                                                                              'Dedemin İnsanları'

E.

Tango misali..

   Bi tek hata insanın tüm hayatını değiştirmesine neden olabilir. Kendinden, etrafındaki bütün insanlardan nefret etmesinin nedeni olabilir. O tek hata, yıllar yılı takip etmeyi bırakmaz, peşinden gölge misali hep gelir, hep.. zararı ise sadece yapan kişiye olmaz. Etrafında olan herkes payına düşeni de düşmeyeni de fazlasıyla alır. Hayat tango gibi değildir. Hatayı yaptıktan sonra dansa devam etmek zordur. Ayak figürlerinden ibaret değildir yaşam. Ya da gözle kurulan kontakla olacak kadar basit değildir.  

    Ama an gelir, biri çıkar karşına ve sana dans et der. Boşver yaşamayı, sadece dans et. İşte tam da o zaman hatanın sebep olduğu körlük bile etkilemez seni. Hayallerini gerçekleştirmene engel kalmaz, müzik çalar ve tango başlar.
    Görmemek sadece karanlık içinde kalmakmış, ama her şeyin sonu değilmiş. Karşındaki insanı anlamak için koklamak da önemliymiş. -Ki gördüğümüzü ve hala insanları tanıyamayıp, milyonlarca kazık yediğimizi göz önünde tutarsak Frank ne kadar da haklıymış.- Dünyada her şeyi görmek ister insan. Merakımızı en fazla gideren şeydir bu. Gözümle görmeden inanmam deriz. Acaba görmek sadece gözle mi olur işte esas soru bu.
    Frank’a göre scent of a woman her şey. Bir kadını kokusu her zaman ele verir, saçının renginden tenine her şeyini.. her parfüm her kadında farklıdır ve her kadın tango için yaratılmıştır.

                                                                                      'Scent of a Woman'                                       

    Ne kadar doğru bilmem, fakat şunu diyebilirim ki filmde, Al Pacino o kadar yaşıyor ki, o kadar var ki, o kadar hissediyor ki.. bu sözlere yalan demek işte o haddimi yeterince aşmak demek.. demek ki neymiş “no mistakes in the tango, not like life.”

   Müzik miydi yoksa dans mıydı beni bu kadar etkileyen seçemiyorum. Sadece bu sahne için bile tekrardan izlenir.. 
tabi ki bi de o müthiş replikler..

E.

2.12.11

İlk aşkım Roma!!!

   Kaç yaşındaydım hatırlamıyorum, Roma sokaklarına aşık olduğumda…

   O çocuk aklımla İtalya’yı anlatırdım anneme. Harita üzerinde çizmeye benzer halini büyük bir hayranlıkla gösterirken, bilmiş bilmiş o görkemli çeşmeye atılan dilek parasından bahseder, bir gün giderse Roma’da asla kaybolmayacağını her sokağın tek biryere çıktığını sanki gitmiş görmüş gibi anlatırdım. Tek bildiğim ülke, tek bildiğim şehir bile olsa, o zamanımın tek hayaliydi. Hangi filmdi beni Roma’ya aşık eden hatırlamıyorum. Tek hatırladığım kendimi Roma sokaklarında motorumla gezerken hayal ettiğim. Evet, çat pat bildiğim İtalyancamla bi pizzacıda çalıştığımı, oldukça yaşlı hem de hafiften çatlak bir ev sahibesine sahip olduğum küçük pansiyon odamda kaldığımı hayal ederdim. Pencere kenarında baktığım fesleğenimle ne kadarda kadrajdan çıkmış gibiydim. Hayır, o değil de; inanırdım da bütün bunlara, gerçekleşeceğine.. ah ah çocukluk işte..

   Gel zaman git zaman, noldu da ben Roma’dan vazgeçtim bilmiyorum. Nasıl ilk aşkıma ihanet edip, tacımı Barcelona’ya taktım, inanın hiç mi hiç hatırlamıyorum.

  Ama bugün vefakar biri olarak tekrardan dönüyorum o büyüleyici sokaklara. Belki, artık büyüdüm ve hayallerim o kadar yaratıcı değil. Ve biliyorum ki asla hayallerimi süslediği gibi Roma’ya ait olamayacağım, istediğim gibi uzun yıllar.

   Ama sadece bir gün için, dileğimi dileyeceğim cebimde kalan bozuk paramla. O ahengine hayran olduğum dilin en güzel şarkısını bağıra bağıra söylerken doyasıya dansımı da edeceğim, o meşhur merdivenlerde sadece oturup geçip giden insaları da izliyeceğim. Hatta belki de gerçek aşkımı tam da orda, ilk aşkım Roma’da bulacağım.

   Hiçbir zaman prenses Ann olamayacağım belki, ama kim bilir belki de bir gün onun gibi Smithy olup motorla Roma sokaklarını birbirine katıcam. Kim bilir belki benim Roman Holiday’m de bu kadar kısa ve bu kadar özel olacak. Kim bilebilir ki.. Gün gelir ve hayaller gerçek olur.. tıpkı bi masal gibi.

                                                                            'Roman Holiday'

   E.