26.7.12

'Çaylak' olmak!

                            “Hayatta kimseye güvenmeyeceksin demek saçmalıktır. Ama kime ‘iki defa güveneceğini’ hesaplamalı insan”  -Viktor Hugo-

  Geçmişini kapatamayan, hala oralarda gezinen insanlar geleceklerini riske atarlar. Neden mi? Basit. Çünkü geleceğe dair verdikleri karar aslında geçmişin emrettiğidir. İnsanoğlunun en zayıf noktası bence ne aşktır ne ailedir. Bi insanın en zayıf noktası geçmişidir. Elini kolunu bağlayan, yeri geldiğinde ona çelme takan, şuursuzca hareket etmene neden olan geçmiş. Konuşulmayan, üzeri kapanan ve zamanla gizli bi hazineye dönüşen geçmişin. Eski bi aşkın ve ya sebepsiz yere kaybettiğin.

  Biz inanmayı pek severiz. Gerçi inançlardır insanları bu karışık dünyada ayakta durmasına sebep o ayrı. Ama yine de inanamayız öyle kolayca birilerine, ya da inanmamamız gerektiğine iyi programlanmışız. Aslında biz hem güveniriz hem güvenmeyiz diğerlerine. CIA özdeyişi gibi oldu ama “hiç kimseye güvenme.. aslında hiç bir şey göründüğü gibi değildir”.. evet böyledir esas olan ama biz her defasında yine güveniriz işte yanlışını doğrusunu düşünmeden inanıveririz. Dedim ya insanoğlu bu. -çiğ süt emmiş-. Her zaman bilir senin zayıf noktanı, ve sinsice o zayıf noktandan içeri sızar. Sonrasında da eline sadece afilli bir pişmanlık kalır.


                                                                                                          'The Recruit'

  Yani işin özü: Burke’n James’e yaptığının aynısı… çocukta nerede ne kadar zayıf nokta var hepsi ifşa şuan. Herkesten kuşkulanma, kimseye inanamama durumu ne berbat bir şeydir ki ben laptop başında paranoya yaptım. Hayır zaten bi işte çaylak olmak yeterince gerilmene sebep türden stresli bir şey. Bir de bunu üstüne bu.. aman aman..

  Yalnız bu güvenmeme ilkesini sadece ajanlara mal edenlere bi çift sözüm var. Sizi kamp falan diye uzaya mı götürüyorlar. Yok yani yıllar yılı annelerimizden onların annelerinden dinlediğimiz her nutuğun sonunda ezber ettiğimiz söz  “ben sana değil çevredekilere güvenmiyorum” değil miydi? -vay be… demek ki annem çözmüş nasıl en iyi ajan olunur olayını da benim ruhum leyla-


dipnot*: Al Pacino benim için hep Michael Corleone’ydi.. ama artık yeni bi kimlik eklememin zamanı geldi sanırım. -walter burke-. (sırf final sahnesi için bile değer)

dipnot**: gelelim çaylağa.. Colin Farrell mümkünse hep James Clayton olarak kalsın. Şüphesiz en iyisi.. (beni rahat koltuğumda bile kendi paranoyasına ortak ettiği için bile değer)

E.

19.7.12

What happens in Vegas..


  Ups! Başlık yanıltmasın sizi.. ben başka bi filmden bahsedeceğim şimdi.. - kısa bi yanlış anlaşılma için özürler.. bir ara onu da konu edinir, telafimi ederim- her şey yoluna girdiğine göre başlayalım..

  Hayatta değişken değişimi diye bir şey var! Nereden mi biliyorum.. -matematik dersinden- demek isterdim ama ne yazık ki o kadar değil.. bi film öğretti bana bunu –filmler boş şeylerdir diyenlere kapak olsun bakın neler öğreniyor insan-
  Ben okulda öğrendiğim matematik dersi hayatımın hangi kısmında işime yarayacak diyenlerdenim yani anlayacağınız. Ama anlaşılan o ki Benjamin öyle değilmiş… peki öyleyse.. bu kadar edebiyat yeter. Hadi bakalım şimdi şu soruyu cevaplayalım…
   Bir yarışmadasın ve sunucu sana üç kapıyı gösteriyor. Diyor ki birinin arkasında araba var sence hangisi? Misal sende 1i seçiyorsun.. bunun üstüne sunucu teker teker kapıları açtıracağını söylüyor ve 3. kapıyı açıyor. Vee bingo! Boş.. 
sonra ise yavaş adımlarla sana doğru ilerleyen ukala sunucu yeni bir öneri sunuyor. Eğer istersen diyor.. fikrini değiştirip 2yi seçebilirsin… Şimdi böyle bir durumda sen olsan fikrini değiştirir misin?

  Hımm.. ben olsam mesela.. asla değiştirmem fikrimi. Alçak sunucu beni tuzağa düşürmeye çalışıyor, yermiyim ben bunu havalarında kararlıyım derim. Sonuç.. hüsran tabii ki.. nereden mi biliyorum..
Hani yukarda bahsettiğim zeki adamımız Ben var ya ondan.. o benim gibi yapmıyorda…
“ilk üç kapıda doğru kapıyı bulma şansım %33.3 iken şimdi doğru kapıyı bulma şansım %66.7.” -tabi adam zeki. Bu hesapları kafasından yapıyor. benim gibi basit toplama çıkarma işlemlerini bile hesap makinesinde yapan biri için bu mucize- ve devam ediyor.. “%66.7 için teşekkür eder 2yi seçerim” diyor.. vee alkış!

  Yani formül şu: hangi kapıyı seçeceğinizi bilmiyorsanız değişken değişimini hesaplayın..

  Kumar oynamak öyle her yiğidin harcı değildir, hele benim hiç değildir. Bu konuda pek soğukkanlı olduğum söylenemez..  mesela en basitinden arkadaşlar arasında blöf oynamayı bile beceremeyip, arkadaşlarımın eğlence kaynağı olan ben.. bu halimle büyük oyuncu olurum kesin.. bekle beni 21:)


                                                                                                                                                       '21'

  Yani açıkçası.. ‘winner winner chicken dinner’ pek benlik bişi değil. Buna alınmıyorum, gocunmuyorum da.. hem zaten benim sayılarla aram kendimi bildim bileli kelimelerle olduğu gibi olmadı ki..
  Ama böyle filmleri çok severim, orası ayrı tabi. Oceans serisini de büyülenmiş gibi izlemiştim mesela.. asla yapamayacağım bir şey olduğundan herhalde pek bir cazip gelmişti. Neyse işte.. bunu da sevdim.. hem zaten Kevin’i severim, başroldeki yakışıklı arkadaştan bahsetmiyorum bile^^

  Oyunun adı 21, çocuğun yaşı 21.. bu film iki yıldır rafta durmasına rağmen onu izlediğim şu sıralar -yaklaşık 45dakika öncesi oluyor- 21 yaşımın içindeyim.. bu bir tesadüf olamaz.. of aman tanrım! Bu biir.. bu biir..

  O halde.. ne yapalım.. küçük notlarımıza geçelim…


dipnot* : “sadece bir kere 21 yaşında olursun, o da çabuk geçer”.. ne yapmak gerek şimdi.. 5-6 ay kaldı şunun şurasında.. bi vegas yapıp gelsem mi?

dipnot**: ve sonuç olarak.. değerli filmimizden almamız gereken hayat dersi:
              “değişken değişimini hesaba katın” .. yani.. matematiği küçümsemeyin..

E.

11.7.12

Savaş çıkabilir.. ama nerede?

Pearl Harbor
7aralık 1941

                                                                                  “geleceğimizi kendimiz belirleyemiyoruz..değil mi?”




   Hayatın akışına küçük tekmeler savurur.. o akışın yönünü şaşırtmak için çelmeler takarız.. fakat hiç işe yaramaz tüm bunlar.. senin tüm çaban hayata arı vızıldaması gibi gelir. Sonunda da bi bakmışsın o akış hızlanmış, girdabına almış seni. Belki çığlıkların belki hıçkırıkların duyulur. Belki de hiç biri.. senden kalan toz bulutu dışında, belki de hiç..
   Tüm bu savaşlara sebep devletlerin bitmek tükenmek bilmeyen hırslarıdır. Askerlerin, halkın bu savaşa bu kadar canı gönülden katılmasının sebebi de belki tarihtir, belki canlarının yanmasıdır. Yani her iki türlü de bize açılan yol intikamdır!
-aniden.. bir saat kadar kısa bir süre içinde binlerce insanın hayatları alt üst olabilir. Binlerce insan gökyüzünde uçan o serseri uçakların oyuncakları yüzünden paramparça olabilirler.-
   Özümde siyaset öğrencisi olduğumdan, pek bi uğraşırım bu savaş halleriyle. Ama durup şimdi bakıyorum da..  ne kolay anlatıp geçiveriyoruz biz bunları.. o ona saldırdı, diğeri savunmada yetersiz kaldı.. yok cephane eksikti.. asker azdı.. bu harekete karşı bu şekilde saldıran.. falan filan.. Ne kolay dimi. Ne ps oyunu bu ne de efsane..
    Biz derslerde göremiyoruz savaşların iç yüzlerini. Dediğim gibi işte.. bizim için antlaşma maddeleri, savaş yılları gibi somut bilgiler yeterli. Anca bazı uyarlama filmler kitaplar anlatır bize savaşların esas yüzlerini. Heh işte tam da o zaman dank eder kafamıza.. savaş aslında devletler arası olmaz.. savaş belki üç kişi arasında, belki iki.. hatta belki de sadece kendinle olur!

                                                                             'Pearl Harbor'
    
   Erkeklerin arkadaşlarına hep imrenirim. İki yakın erkek arkadaş arasında öyle basit kıskançlıklar olmaz. İki erkeğin arası öyle kolay kolay bozulmaz. Büyüklerimiz der ki.. iki erkeğin arasını hep bir kadın bozmuştur.. Ama değerli senaristlerimiz de diyorlar ki iki erkeğin arkadaşlığını ne olursa olsun bir kadın dahi bozamaz.. (şimdi hangileri haklıdır bilmem.. daha önce de bahsetmiştim tık tık^^-erkekleri anlamak zordur zor-)
Şimdi bana afişten göz kırpan Rafe-Danny-Evelyn’e bakıyorum da… buna inanasım geliyor.. belki çok ütopik ama öyle işte..
    Neyse.. ne diyordum ben.. savaş!
   Biranda yıkar herşeyi.. bazen ego için, bazen güç için, bazen de.. insanlığın en büyük düşmanı olan intikam duygusu için..

2nisan 1942
Sonuç.. sonu gelmeyen düello..
Sonuç…


dipnot*: savaşta gazeteci olmak ne zor bi iştir.. canından önce elindeki fotoğraf makinesini korumak.. nasıl bir aşktır bu.. hayran olmamak elde değil..

dipnot**: ‘ruj’ deyip geçmemek gerektiğini bize gösteren Evelyn.. teşekkürler^^

dipnot***: her kadın evelyn olmaz
                  her kadın bu kadar çabuk unutamaz
                  iki kişiye aşık olmak gibi bir aptallığı inanın her kadın yapmaz…

dipnot****: film film olarak güzel de.. her ülkenin kendini aklamak için diğer ülkeleri öcü gibi gösterme çabaları burada da buram buram kokmakta.. işin içinde bir savaş varsa.. bahsedilen kadar masumiyet ne kadar doğru olabilir ki.. bi durup düşünüp öyle izlemek gerek, öyle her denilen doğru mu ki acaba değil mi ama.. ee o zaman benden Hollywood'a bi selam olsun^^

E.

7.7.12

Ah.. neden Romeo'sun sen?

  Efsanevi aşklar.. efsanevi bi öykü..
  Efsane deyip geçmemek gerek tabi!
 Bu zamanda böyle aşklar kalmadı.. yok yok yalan o yalan.. deme bir kere de. Bir kere de inan bunların gerçek olabileceğine. Birini kendinden bile daha çok seveceğine, sırf onun için ölümü bi oyun gibi göreceğine, sadece bir anlık bakışmayla aşık olabileceğine inan be.. diyorum kendi kendime.. ama boşuna…
  Aşka inanırım. Sevgiye, bağlılığa, tutkuya inanırım, hem de tüm kalbimle. Ama iş ilk görüşte aşka inanmaya gelince kilit vuruyorum aklımın öğüt dinleyen kısmına. İnanmak elde değil gibi adeta..
Bi gün bi yerden çıkıp gelecek Romeo.. kurtulacağım bende Capulet olmaktan belki.. olsa olsa rüyada olur herhalde.. yada bi senaryodan bi kitaptan alıntı falan..
  Yanlış anlaşılmasın.. asla küçümsemiyorum ben bu efsanevi aşkı.. ne haddime! Ama.. neyse..
 Aslında bayıla bayıla okudum ben, her sahnesini hem de milyon kez.. –çoğu sahneler ezberimde hatta-Oyununu izledim, filmini izledim. Dediklerime bakmayın.. ben hep sevdim zaten.. hem Shakespeare’ı hem Romeo&Juliet’i.. hem de aşklarını..
  Juliet, “sevmek için bakarım; bakmak sevgiyi getirirse” demişti annesine Paris için. Romeo’ya olan o büyük tutkulu aşkı da bir bakışla çıkmamış mıydı ortaya? Ne farkı vardı Romeo’nun Paris’ten. İmkansız olması  mıydı ona aşık olmasına sebep. Neden işte neden?
  Nasıl ki! Nasıl sever insan böyle..
  “yemin etme ay üstüne.. yörüngesinde her gece yön değiştiren ay gibi değişken olur sonra seninde aşkın..”
  Tanrı üstüne yemin et der Juliet.. tek ve ulaşılmaz olduğu içindir belki de kim bilir..

  Ay, yıldız, güneş şahittir aşkıma derler.. Dünya kadar seviyorum derler.. Juliet ise Tanrı diyor! Anladık mı şimdi.. neden Romeo bulunamıyor.. neden Romeo&Juliet olunamıyor…
  Ne efsaneymiş ama.. her kız Romeo’sunu arar, her erkeğin arzusudur Juliet’ine kavuşmak. Kavuşamayan bu aşk için fazla değil mi bu itham. Kavuşamadı onlar!.. mutlu bi son yok yani bu hikayenin sonunda.. heyy..hoop.. öldü onlar! Hem de birbirlerine olan zehirli aşkları için..
  Kavuşamayan aşıklar.. hem de konuşamamaktan ötürü.. hem de diğerleri yüzünden..
  Yanlış anlaşılmalar.. zehirli sırlar.. ölçüsüz aşk!

  ‘en tatlı bal bile tadıldıkça bıkkınlık verir
  onun için ölçülü sevmeli’    değil mi ama..


                                                                         'Romeo&Juliet'

  Film mi? O Verona da geçiyor.. bilinen hikaye işte.. Monteque ve Capulet.. iki düşman aile.. ve düşman ailelerin çocukları.. Romeo ile Juliet..  hımm.. film hakkında düşüncem ise.. ııh tiratların içine kendi hayallerimle dalmak sanırım en güzeliydi.. pek izlenesi değil sanki..

  Ve son söz W.Shakespeare’dan olsun o zaman…
 ‘şiddetle başlayan hazlar
  şiddetle son bulurlar
  ölüm olur zaferleri
  öpüşürken yok olan
  ateşle barut gibi..’
  
  doğru söze ne denir!

E.

5.7.12

Yalnızlık günü'

  Tim Burton izlemek içindi herşey. Sabahın körünün ilk seansında sinemada olma sebebim tam bu işte. Kim bu deli bu saatte koştura koştura, daha kahvaltısını etmeden sinemaya gelen.. bakışları altında aldığım biletimle gittim salonuma. Kapı açıktı, girdim. Salon boş.. oturdum koltuğa beklemeye başladım. Daha 20dk falan vardı sanırım filmin başlamasına.. bekledim bekledim.. ses yok.. salon hala boş.. sonra bir ses geldi dışardan. Heh dedim gelenler var galiba.. Sonra bi baktım görevli. Demesin mi “klimanın ayarı iyi mi? Salonun sıcaklığı nasıl?”.. nası yani bana mı soruyorsun diyecektim ki.. dank! Tabi bana soracak benden başka hangi deli gelir ki bu saatte buraya.. yok dedim iyi. “tamam dedi filmi başlatıyoruz” peki dedim.. salon karardı.. film başladı.. sağım solum önüm arkam boş.. bildiğin bomboş^^ sanki salonu kapatmışım gibi.. ohh keyif^^
  Sonra film arası oldu bi 5dk geçti geçmedi arkadan bir ses, önce anlam veremedim sonra kafamı çevirdim bi baktım filmin yansıtıldığı odanın camından adam bana sesleniyor. “filmi başlatmamızı istermisiniz?”.. hoppa.. iyice kendi salonum gibi komut verir oldum.. tabi dedim ne diyim:)  izledim bitti açtım salonun kapısını çıktım.. dışarıdaki görevli sormasın mı bana bitti mi film diye.. yok artık! diyecektim yok sıkıldım ileri sardırttım.. tövbee.. tamam baya baya kişiye özel gösterim yaptılar ama bu kadarı fazla yani:)) o değil alışacağım sonra her salonda aynı ilgi alaka bekleyeceğim falan.. zor..
  Yani işte böyle.. uzun zamandır uzak kaldığım sinema salonlarına dönüşüm muhteşem oldu böylelikle..

                                                                               'Dark Shadows'

  Uzun lafın kısası.. filme gelirsek..
 Aslında sevgili blogger arkadaşlarımdan tutun da medyanın en ücra köşesine kadar eleştirinin dibine sokulmuş bu filmi izlemeyi pek düşünmüyordum.. ta ki dün ölü gelini izleyene kadar.. Bir heyecana geldim galiba.. dedim bu Tim Burton.. ne kadar kötü olabilir ki? Böylelikle Avrupa sinemasında seçme yapacağım bu güzel günümü buna ayırdım. Sonuç mu? O koca salonda durdukça karanlık gölgeler çöktü üstüme!!
  Büyüler, lanetler, cadılar, vampirler -hatta bi ara kurtadam bile geldi-.. kulağa klasik Burton filmi absürtlükleri gibi gelse de işin aslı öyle değil. Diğer filmlerindeki kendiliğindenlik yerini zorlama sanatına bırakmış gibi. Olmamış yani bu sefer!
  Ama bu tabi değişmez bir gerçeğin yönünü şaşırtmaya yetmez. Hala Tim Burton hayranıyım.. ve hala onun hayal dünyasına dalabilme hayalim yerini inatla korumakta..  ne kadar oflasam da poflasam da  onun yarattığı tüm fantastik dünyalarda kendime bulurum bi yer.. hiç kuşkusuz..

dipnot*: sözüm sevgilisine jest yapmak için parayı bastırıp sinema salonu kapatanlara. Dinleyin beni! Çok kolay bi yöntemi var bunun, hem daha ucuz şüphesiz:) çözüm basit.. tak sevgilini koluna düş sabahın köründe sinema yollarına.. hadi bu da benden size kıyak olsun^^

E.

Ben bir gelindim...


  “..hayallerim koparıldı, benden alındı
  şimdi…ben de onları başkasından çalıyorum..”


  Söyle bana tatlım!.. Kalp durduktan sonra bile kırılabilir mi?.. Ya da yaşarken ölebilir mi insan?..

  Hep sana ait olmayan için savaşırsın. Doğanın kanunudur bu, tabiat bunu fısıldar kulağımıza doğduğumuz ilk andan bugüne kadar.. her an aralıksız.. Hep zordur cazibesi fazla olan. Kolay olan aslında senin için bir hiçtir. Tıpkı bir çatalın kılıçla savaşması gibi.. kalbin de aklınla savaşır durur doğduğun andan bugüne.. her an aralıksız.. Oysa boşunadır bu savaş. Giden gider yine.. takmaz ne kalbi ne aklı ne de aralarında olan bu kan davasını… o pembe yanaklarıyla, çarpan kalbiyle bekleyene gider yine arkasına bile bakmadan. Bırakır seni soğuk, ıssız bir ormanda.. belki de okyanusun orta yerine.. gelgitle savaşasın diye.. Ne de olsa pek sever karşındaki senin bu amansızca çırpınmanı, öyle değil mi?
  Arkada kalan mı? Zaten o değil miydi senin gitmeni sağlayan.. belki bir iki damla göz yaşı, sonrasında da senin için özel hazırlattığı bir buket çiçek yeter onun matemine. Çiçek! Belki gül belki zambak.. Ne garip.. ölülerin tek hediyesi çiçekken, gelinlerde arkalarında kalanlara hediye olarak bir buket çiçek atarlar.. Ölü gelinler için ise hayat gerçekten çok anlamsız o halde..
  Peki ya ölüler tekrardan dünyaya gelirse.. Tüm kaybedilenler tüm özlenenler.. Tanır mıydık onları.. Nasıl olurdu acaba?
  Peki ya senden kaçanlar geri dönerse.. Sana ait olmayanlar.. Hatırlar mısın onları.. Nasıl olurdu acaba?
  Emily gibi! Sonu bi kelebekten farksız bir ölü gelin misali..

                                                                            'Corpse Bride'

  Hayranım.. hem de olabildiğince şiddetli.. zekasına.. hayal dünyasına.. bakış açısına.. tam olarak Tim Burton’a.. fena halde hayranım..
  Acaba diyorum şöyle bir sihir olsa da.. sadece bir an olsun onun hayal dünyasına şöyle bir göz atsam.. uçsam, kanat çırpsam o  büyülü dünyanın üstünde.. Nasıl olurdu acaba?
  Kelebek gibi!                                                      

dipnot*: bu film için yapılabilecek en iyi müzikler bunlar olsa gerek.. Hele o piano düeti.. Viktor&Emily^^
E.