27.11.12

Şimdi düşünme!


“seni o kadar yakından görünce,
keşke yalnız bunun için sevseydim seni..”

Nasıl hatırlamam? “her şeyin geçip gittiğine, yaşadıklarımızın geçmişte kaldığına kim inandırabilir bizi? Anılarımızı avuç dolusu su gibi her sabah yüzümüze çarpmanın işe yaramayacağına kim inandırabilir?”


                                                                                                'Bizim Büyük Çaresizliğimiz'

Her şey tam da şimdi yaşanıyor. Unutulacak dediğimiz, kabullendiğimiz, gözlerimizi yumup nefesimizi tuttuğumuz o an tam da şimdi yaşanıyor. O gittiğinde, umut bittiğinde, iki arkadaşın aynı kıza aşık olma hayalinin gerçekleştiği bugün her şey bitmişti artık. -Ender ile Çetin için gözleri kapalı yürümenin vakti yine gelmişti. -tatlı tatlı baş dönmesi eşliğinde Nihal yokluğunda-

Peynir ile reçeli birlikte yiyen -kendilerini ağız tadı gelişmiş olarak tanıtanlar- kimseyi anlamamışımdır. Neden tatlıyla tuzluyu karıştırmaktan bu kadar zevk alırlar bilmem. Ama şu bi gerçek ki.. sevenler sevmeyenler diye biz insanoğlu bölünmüşüz adeta; o kadar vahim bi mesele halini almış bu reçel+peynir. Bir kahvaltı sofrasında Nihal’in Çetin’in tarafına geçmesi gibi…

Şimdi hatırladım da ben de bir taraftım bi zamanlar bi yerde.. lisedeydim.. lisedeyken belli başlı tartışmalar yaşanır. Dönersin dolaşırsın aynı şeyleri konuşursun bıkmadan usanmadan. Hatırladığım.. bi yaş mevzusu vardı mesela.. “22 yaşına girdi.. 22 yaşını doldurdu..” hiçbir zaman sonuca ulaşmayan amansız tartışmalar, havalarda uçuşan matematik hesaplamaları.. bi de işte bu meşhur reçel+peynir tartışması vardı ki sormayın.. sevenler sevmeyenler… nedenler niçinler… “ekmekte tuzlu reçeli onun üstüne sürüp yerken iyi” diyeni bile vardı, tartışma uzar uzar.. taraflar renklerini belli edince bi kaç savunma bi kaç sataşma ile son bulurdu. Bir dahaki sohbete kadar… herkes kendi tarafında kendini anlatamamanın çaresizliğiyle kalakalırdı. O zamanlar.. bizim büyük çaresizliğimiz aynı tarafta olamamaktı belki kim bilir?

Hayatı, büyük çaresizliklerini sonunda anlamışlardı işte.. ikisi de sevmişti.. hep de umutsuzca -garip- sonunda içlerinde oluşan nedenini bir türlü bilemedikleri isyanı patlatmışlardı bir kere.. havaalanında arkasından el sallarken, ya da odasına yerleştirdikleri langırt masasında kıyasıya maç yaparken.. ya da kızarmış ekmeğine sürdüğün peynir üstü çilek reçeli anlatacak onu sana?

Sonra yine bahar gelecek.. yaz gelecek.. Tekrar eden şeyler bizi tekrar tekrar sevindirecek…

“uzaklardaydın, oracıkta öbür kıtada
keşke yalnız bunun için sevseydim seni..”

E.

26.11.12

Life Menu!!


“eğer tüm hayatınızı kontrol edebileceğiniz bir uzaktan kumandanız olsaydı ne yapardınız?”

Daha fazlası.. daha da fazlası..

Bazen hayatımı geri sarmak isterim, mesela nostalji olsun diye baktığım fotoğraflar.. onların çekildiği an.. pat diye ışınlanmak isterim. .hep pişmanlıklar vardır ya onları düzeltmek isterim.. hep geçmiş özlenir.. ‘ah’lanır ‘vah’lanır.. ‘keşke’ler havada uçuşur.. bi an geri dönüp bi daha bakmak isterim. Nasıl?..

Bazen hayatımı ileri sarmak isterim, tıpkı geleceğe dönüş filmindeki gibi:) hep bi sonraki günü bi sonraki ayı bi sonraki seneyi düşünürüm. Ne olacak nasıl olacak diye diye günümü kaçırırım. O lanet olası plan program düzen olayını kim çıkardıysa başımıza, hayatımı hep bi plana oturtmaya mecbur hissederim. “carpe diem” benim için bi ölü ozanlar felsefesi olmaktan öteye geçemez bir türlü. Asla sonunu düşünmeden bir şeye kalkışamam. Neden?..

Bazen hayatımı durdurmak isterim, en güzel anında. O anı durdurup başa sarmak. Tekrardan tekrardan… en sevdiğim dakikalarda saatlerce kalmak isterim. Onunla onlarla kendimle orada burada.. her neyse ne değilse.. bazen durup olanı biteni sindirmek isterim.. benden hızlı giden hayata inat bi durup nefes almak.. Nasıl?..

Bazen hayatımın sesiyle oynamak isterim, kısmak-açmak. Anlamsız gereksiz ne varsa yaşamımda hepsinin sesini kökten kesmek isterim. Beynimde oluşan gereksiz bilgi yığınını önlemek için.. kimi an da gelir ki.. uzağımda olan her şeyi öğrenmek isterim. Sesinin yükseltmek..yükseltmek..  Neden?..

Bazen hayatımın ana menüsüne girip..

                                                                                                                                    'Click'

Olmuyormuş. Değil mi Newman? Bi click ile hayatın kurtulmuyormuş. Aksine..
Kaçıyormuş..
Unutuluyormuş..
Üzüyormuş..
Her şey o şarkıyı hatırladığın an gibi olmuyormuş. dinle^^

Bi kumandam olsa..
*aman almayım ben.. teknoloji özürlüsü olarak .. rüyalarda buluşalım biz en iyisi^^

E.

9.11.12

Part 3.. Woody!!


Evet.. bi Woody Allen yazısıyla yine buradayım. Eskileri için tık tık^^ ve bir daha tıktık^^



Benim woody allen la olan karmaşık ilişkimi bilen bilir. Aslında ilk önceleri pek sevmediğim bu sempatik adam şimdi bambaşka.. kendimi Manhattan’ı Paris’e taşıyan Alice gibi hissediyorum adeta..  durum vahim her an odamın kapısına bi Allen posteri asıp, sohbete başlayabilirim. ^^ neyse..

Ama her filmini sevmem şimdi.. bazen filmi severim ama bazı sahneleri vardır, buna burada şimdi ne gerek vardı ki derim.  Ya da filmi genel sevmem.. olabilir yani illa gülü seven dikenine katlanacak klişesi kabulüm olacak değil.:) Şimdi absürt bi adam bu Allen vesselam. Her filmine bi animasyon bi bir şey koymasa olmaz. Fransız filmlerinde genellikle rastlaştığımız masalsı anlatım, Woody Allen filmlerinde tavan yapar.. seyirciyle hep bi sohbet havasında olan, sanki masal anlatan aileden biri gibi..

En son Allen yazımdan bu yana ona ait kaç film izledim bilmiyorum.. hele son zamanlarda cidden Alice gibi olacağımdan kuşkulanmama sebep olacak derecede içli dışlı olmuş durumdayım.  Ben diyorum ki.. unuttuklarım olmuşsa eğer yok sayın… size Allen’a ait dört filmden bahsedeceğim. Başlıyorum...


En sondan başlamak hep en iyisidir deyip..

Bugün uzun bi aradan sonra dvd lerimden kafamı kaldırıp yılan hikayesine dönen sinema ziyaretimi gerçekleştirip to Rome with love ile buluştum. – o kadar zaman olmuş ki.. sinema fiyatlarını unutmuş biz iki arkadaş film öncesi bir dumur olma seansı yaşadık ki somayın gitsin- maddi olarak yaşadığımız küçük sarsıntımızdan sonra kendimizi bıraktığımız Roma sokaklarında dolaştık, güldük, eğlendik, kaybolduk.. falan filan.. o arada Roma’ya olan aşkım depreşti tabi.. İspanyol merdivenlerinde oturamadan ölmeyim diye içimden geçire durayım… o İtalyanca nasıl güzel dildir diye sorarım. Ayrıca da belirtmek isterim ki.. bi dile ondan başka bu kadar hız yakışmaz..:) bi İtalyanca kaldırır bu hızlı konuşmayı bir de Woody Allen^^



1 öncesi;
Match Point; yine Scarlett ve Scoop’tan sonra yine benzer bir tür karmaşası filmi. Romantik başlayan ve sonrasında gerilim yaratan cinsten, ki bence senaryo harikası  bi 124 dakika.. klasik Allen tarzı diye nitelendirilen, masalımsı hikayelerden hoşlanmayanlar bunu bir izleyin de.. bu yaşlı adama hemen haksızlık etmeyin.. hatta keşke azcık biraz da olsa filmde onun o sempatik suratını da görseydik.. o heyecanlı konuşmasını sıkıştırsaydı keşke filmin ucuna köşesine.. olmuyor böyle.. Alıştırıyor kendisini kamera önünde sonra pat kamera arkasında.. olmuyor böyle Allen!!








2 öncesi; 
Bu tozlu raflardan çıkan bi film.. bana bu adam hiç tarzını değiştirmemiş be kardeşim dedirtti. O kadar yani.. Annie Hall’dan bahsediyorum. Bu sefer beyaz perdeye yeni çıkan allen. Öyle şimdiki filmlerinde olduğu gibi bi görünüp kaybolmuyor. Bildiğin esas oğlan. Aynı her zaman olduğu gibi tüm film boyunca seninle konuşuyor. Adamın var bi derdi. Onu dolaylı olarak değil de açık açık konuşarak anlatıyor. Absürtlük desen var, gereksiz bazı konuşmalar desen var.. arada öh yani bu kadarı da saçma dediğin anlar olmuyor mu.. alası var:) ama yine de iyiydi be. ( o her ne kadar açıklamaların da, sözlerinde aksini düşündürtmeye çabalasa da) bence onun suratındaki o sempatiklik.. izletir kendini . üzgünüm be Woody’cim o yüzündeki ifade seni hiçbir zaman aykırı göstertmiyor. Olmuyor!

3 öncesi;
Bu Woody Allen'ın olmayan bir Allen filmi!!
Başta da bahsettiğim Paris-Manhattan.. vizyona girdiği ilk hafta hemen gidip izlememe rağmen gün bugün olmuş ben daha yeni yazıyorum ama.. bu filmin güzelliği hakkında noksan bir yorum  yapacağım anlamına gelmiyor tabi.. . Manhattanı çok sevdiğimden midir yoksa filmdeki esas kızın allen a olan hayranlığını sevdiğimden midir ya da yine esas kızın odasındaki konuşan woody allen posterine olan hayranlığımdanmıdır bilmem. Ama ben bu filmi pek bi sevmiştim:) yani her an benden yeni bir proje doğabilir..  mesela… manhattan in İstanbul gibi ? yani böyle bir şeyle olur da karşılaşırsanız şaşırmayın diye dedim.



Daha hatırlamadığım.. izlediğim ama yazmayı unuttuğum ne bileyim.. vardır mutlaka.. artık aklıma geldikçe ekleme yaparım:)

Burada bu kısa Woody Allen dosyamı onun bir sözüyle kapatıyorum.. “Bir adam çok güzel bir şarkı söylerse mest olursun. Hiç aralıksız söylerse, başına ağrılar girer.”

E.

6.11.12

Oyun molası..


(Bi oyunu okuması ayrı izlemesi ayrı zevktir.. Samuel Beckett'ın Godot'yu Beklerken'i ayrıdır tabi!! herzaman.. yazdıklarımı karıştırırken tozlu klasörlerden çıkardım aşağıdaki cümleleri. yazmışım bi zamanlar işte.. ne önemi var:))




Godot’yu beklemek gibi bir şey olsa gerek bu da işte.. yaprakları dökülmüş bir söğüt ağacı gölgesinin himayesi altında..

Güneşe çıkmaktan bi o kadar korkan, bi o kadar da gölgede diken diken olmuş üşümüş kollarını ısıtmak için güneş ışığına ihtiyaç duyan genç kızın dramı..

Hep en iyisini, hep kurtarıcıyı bekleriz. İnanırız ki hepimizin hayatında bi Clark Kent var ve her an bi telefon kulübesinden süperman olarak hayatımıza dalış yapacak.  Süper kahramanların gerçekliğine inanırız biz taa küçüklükten beri.. oysa ki rüyalarımızı, oyunlarımızı süsleyen kırmızı pelerinli kahramanlar şimdilerde yerini hayal kırıklıklarına bıraktı.

Yani çok oldu inançlarımızın suyunun çekildiği, o yıllardan uzaklaşalı. Prenslerin, kahramanların varlığının sadece masal kitaplarında olduğunu biz büyüyünce öğrendik. Ama sonuç? Değişen bir şey yok gibi.

Ben hala Godot’yu bekliyorum mesela.. hayatın anlamsızlığından kurtarması için.. bi amacımın olması için.. sırf onun için sabrımın sınırlarındayım şu sıra..

Yani anlayacağınız o söğüt altına mecburum ben yaşamak için..

Ne diyordum ben…
Bir türlü gidemiyorum buralardan.. hayat işte..

E.

5.11.12

Show me the movie!!!


“eğer kalp boşsa, aklın bir önemi yoktur”

Hiç bi kalp atışını dinledin mi? Her şeyi bir kenara bırakıp sadece o ritmi hissettin mi? Dıp dıp.. dıp dıp.. ve ya daha hızlı, daha heyecanlı, daha farklı.

Hiç ya durursa diye endişelendiğin bi kalbi dinledin mi? Elini o kalbin üstüne koyup, gözünü kapatıp o sesi hissettin mi? Dıp dıp.. dıp dıp..

Kazanmanın ucuz olmadığı, paranın var olmak için birincil amaç olduğu şu zamanda.. ne ucuz şeylerden bahsediyorum değil mi? İtiraf edin, neden bahsediyor bu kız dediniz.. yalan mı? Kalp mi kaldı bu zamanda, sevgi mi kaldı, dostluk mu kaldı… tanrı aşkına kalp atışı dinlemektense borsa akışını izlemek daha iyi değil mi.. diyenler..

Ah.. o kadar fazlalar ki.. birbirlerini yargılayanlar, arkadan kuyu kazanlar, yalan kuyusunda yüzenler, yüzüne gülenler, arkandan tüm acımasızlıklarıyla konuşanlar.. güvensizler, suratsızlar, kalpsizler.. söylesenize bu insanların aklı olduğu doğru mu? Hani kalp boşsa akıl önemsizdi.. hani hep iyiler kazanırdı.. hani yalancının mumu yatsıya kadar yanardı.. ya sahi.. onlar masaldı!!
Sadece gece söylenen, kırmızı başlıklı kızın hikayesiydi.

.. şöyle bir gerçek vardır hani.. her öğüdün sonunda ünlem gibi durur. “hayat kaldığı yerden devam eder”

Radyoda şarkı tutmak gibi. Her yeni şarkıda bir umuda bağlanmak gibi..


İnsan beyninin ağırlığı 1300-1800gr arası bir şeymiş. düşün! Senin hayatını değiştiren, yol veren, tüm rotayı şekillendiren şey.. sadece ortalama 1500gr’lık bir şey. Peki ya kalp ağırlığımız nedir? Kadınlarda ortalama 200-280gr iken, erkekte 250-300gr arası değişir.

Şimdi maddiyata, maddeye, nesnelliğe, somutluğa inananlara sesleniyorum. Eğer her şey böyleyse yukarda verdiğim gereksiz sayısal veriler neyi gösterir, neyi kanıtlar bir söylesenize. Sayısal verilerden ayrıldığımız, ruhumuzun gerçekten ruh gibi olduğu, hislerin gerçekten hissedildiği bir evrende olamaz mıyız? Yok mudur hiç gerçekten istediği gibi yaşayan bir tanrı kulu? İstatistikler dışında bir yaşam olsun diyorum, çok mu?



                                                                                                                              'Jerry Maguire'

İşte  bir de.. böyle hayatlar var.. istatistikler dışında yaşamını sürdürmeye çalışan. Filmler* var^^ bir Jerry Maguire var mesela…

dipnot*: o Ray denen çocuk.. ne tatlı şey öyle!!:)

dipnot**: Tom Cruise gülümsemesi diye bir gerçek var.. evet tüm gerçekliğiyle hem de^^

özlüsöz*: “help me help you!!!!”

E.