25.11.13

'Biliyorum Tanrım!'

işe bak sen gözlerin de burda
gözlerinin ucu da burda yaşamaya alışık
iyi ki burda yoksa ben ne yapardım
bak çocuğum kolların işte çıplak işte
bak gizlisi saklısı kalmadı günümüzün
gözlerin sabahın sekizinde bana açık
ne günah işlediysek yarı yarıya..

‘Ölüyorum Tanrım’la başlayan o buruk geceden bahsetmiş miydim size?
Cemal Süreya’lı geceler nasıl olur bilir misiniz? Nasıl daha karanlık olur, nasıl daha çıkmaz olur, nasıl daha mutsuz olur.. nasıl daha eksik hissedersiniz.. şarap gibi. güzeldir ama genzini yakar..

O geceden ayrılınca her şey normal aslında. Her şey yerli yerinde. Herkes büsbütün kendi halinde. Her yer kalabalık olmasına kalabalık da.. kayboldum ben. Her zaman olduğu gibi, sektirmedi yine gece.. 

Biliyorum. Kimse merak etmesin beni, boşverelim hep birlikte. Hikaye tükenirse, biter. biliyorum bilmesine de.. korkuyorum. 
Üstelik kaçamıyorum da.. 


E.

19.11.13

1607|

 “Uyumsuz oyuncaklar dünyasına hoş geldin!” dedi. O der demez de kadın içinde sonsuzluğa dair bir şeyler hissetti. Büyüklerin hayal gücü sanılanın aksine çocuklardan daha kalabalıktı, tabi o buna hiç inanmadı. Hep kendine realist dedi, her şey ona imkansız geldi. Ne zaman izlediğini hatırlamadığı şu isimsiz filmde duyduğu bir repliği hep tekrarlardı, bıkmadan.. “hak ettiğimizi sandığımız aşkı kabulleniriz”. Kadın bunu her duyduğunda anlamsız gözlerle baktı ona. Böyle bakınca gözleri şaşı gibi oluyordu ama o umursamadı. Onun realist dünyasında aşkın da bi matematiği vardı. Ne de olsa tek işi bilançolarla amortismanlarla uğraşmaktı.. kafasını envanter işlemlerinden kaldırdığında dünyayı öyle görüyordu, n’apsın. Bir de üstüne kendini beğenmişin tekiydi. Evet kadın aşıktı ona aşık olmasına da.. böyleydi işte. İki farklı uç, zıt kutuplar çekiyordu işte. Evet farkındayım klasik bir klişenin dibine vurdum sizi de kendimi de. Ama n’apayım.. hem bazen klişeler bir şeyi anlatmak için en iyi yol olabiliyor işte..

Dışarıda deli gibi yağmur yağıyordu. Kadın yere kadar uzanan pencereden gelen geçeni izliyordu. Gri pardesülü kadının çocuğunun elini nasıl sımsıkı sıktığını; şu liseli çiftin nasıl o küçük şemsiyenin altında yürüdüklerini; sonra o adam. Siyah deri ceketli, yağmuru hiç umursamadan sanki güneşli bir günde sahilde yürüyüş yapıyorcasına sallana sallana yürüyen, o kır saçlı adam.. Kadın derin bir iç geçirdi, sokakta yürüyen o adama ne çok imrenmişti şimdi. Hiçbir şeyi umursamadan yürümek.. ne çok isterdi; sadece burada durup hiçbir şey düşünmeden öylece bakmayı. Oysaki aklında türlü türlü senaryolar akıyordu sapıyordu kaçıyordu.. kadının derinden iç geçirmesini duyan adam mutfaktan elinde kahve fincanlarıyla çıka geldi. Dumanı tüten kahveler kadının en sevdiği kalın saplı sarı kupalardaydı. Kadının en sevdiği görüntüydü bu; he bir de kadehli olan sahneler vardı ki onun  yeri apayrı. Adam fincanları uzattı, hafiften gülümsemeyi de unutmadı. Zaten hep öyle yapıyordu; ne zaman kadının yüzünde o bilindik huzursuzluğu görse o sevimli yandan gülümsemesini yerleştiriyordu o küçük suratına.

Kahveleri bitene kadar hiçbir şey konuşmadılar.. geçen günkü ‘uyumsuz oyuncaklar..’ lafını bir daha açmadılar.. oysa kadın hala anlamamıştı adamın ne demek istediğini. Ama soramadı, nedendir bilmiyorum konuşmak istemedi herhalde, ya da konuşursa gideceğinden korktu. Kim bilir.. Biten kahvesini hafifçe yanda duran fiskosa koyan adam, kadınınkine benzer bir iç geçirdi. Sonra da önemli bir konuşma yapacak gibi, boğazını temizledi. Kadın bunu duyuyordu ama hala dışarıda yağmurdan kaçan insanları seyrediyordu. Adam tekrardan ağzını açtı, ama yine çıkmadı kelimeler.. ne söyleyecekse. Sonra kadın dayanamadı ona döndü; o cesaretle konuştu adam. “İnsanlar seni yarı yolda bırakabilir. Bunu biliyorum ve bunu bilmek mutlu olmamı imkansızlaştırıyor” dedi bir çırpıda. Kadın yine o şaşı gözlerle baktı bi süre.. sonra yine kafasını yağan yağmura çevirdi; sessizlik yağmurun cama çarptığı sesleri daha da bir belirginleştiriyordu. Yağmurdan çok dolu gibiydi artık.. sert sert çarpıyordu. Kadın başını yoldan çevirmeden “korku” dedi. “bir şeyden korkmak biraz da onun geleceğini beklemektir”. Kimden alıntı olduğunu anlamayan adam bu kez daha şiddetli boğazını temizledi. Bu kez daha uzun konuşacaktı sanırım. Yüzü pencereye dönük olan kadına bakarak “bir keresinde bir kızı sever gibi olmuştum; bu kız bana söylemişti, her şey gibi aşk da soluklaşır demişti. Kendi de soluk benizli, zayıf bir şeydi. Dediği gibi olmuştu. Aşk da soluklaşmıştı. Artık ne sevgi kalmıştı, ne ülkü, ne de itici gizli mezhep. Hepsi tutuklanmıştı. Eve kapanmalıydı insan, daha hiç çıkmamalıydı, gerçekten çıkmamalıydı. Çok yoruldum diye söylendim, bir ağacın gölgesine yaslanıp; dolaşacak, evden çıkacak gücüm kalmadı” dedi.

Kadın cümledeki noktayı görmeden dönmüştü adama. Aynı adamınki gibi yandan bir gülümseyişle şaşı şaşı baktı yine.. “Oğuz Atay” dedi.

Yağmur hala aynı hızındaydı.. birbirlerine bakıp güldüler, öyle basit bir gülümseyiş değil bu kez farklıydı. çok güzel güldüler.. 

E.

8.11.13

02':32''

“acıttığını hatırlıyorum
 onu seyretmek acıtıyor”

Hiç dönüp günlüğünüzü okuduğunuz oldu mu? Yani tabii günlük tutuyorsanız..
belki de en güzeli yazmamak.. bazı şeylerin kalıcı olmaması belki de en güzeli. Dönüp dönüp bakacaksan..

Cümlelerim tamamlanmıyor.. ne yazık! Sadece yazabildiğimi bilmek.. ki onu da becerememek ne kötü.
Geçmişe sık sık dönüp bakmak da neyin nesi. Anısın sen haddini bil! Nerede.. kararlarımı, hayatımı, beni belirleyen şeyler bu lanet olası hatıralarsa ne anladım ben bu işten. Neredeyim ben? Kendimin bile ne olduğuna kararı tek başıma veremiyorsam.. hayatıma giren çıkan tüm o insanlar veriyorsa kararları; ve ben sadece kafa sallıyorsam.. sadece boyun eğiyorsam. Bu nasıl olur da benim hayatım olur? Nasıl olur da benim kararlarım olur? Nasıl ben olurum?

Geçmişe baktım yine bugün.. hiç yapmıyormuş gibi. Bi başlayınca bırakamıyorum da lanet olası. Fazla bağlıyor, kimseye bağlanmadığım kadar anılarıma bağlıyım ben sanki. Bilmem kaç tarihli bi sayfayı açtım, gecenin bir körü boş sayfaya tek bi cümle yazmışım. “beni daha az üzgün hissettirdi; üstelik o da mutlu değil”

Şimdi durup o günü düşünüyorum. Bazen bazı anlar olur; içinden geçen kelimeler kaybolur. Orada bi yerlerdedir ama bulamazsın. Çok şey demek istersin, ama çıkmaz. Yutkunursun, nefes alırsın.. –unuttuğumuz çok olur- yine işe yaramaz.. sayfalarca anlatamayacağına inandığın bir şeye başlamak saçma gelir. Ama söylemek de istersin. Sonra dinlemek daha güzel gelir.. o susar müziğin sesini biraz daha açarsın.. işte o gün bir daha dinlememeye yemin ettiğim şarkının sesini daha çok açmıştım ben. Sanki o kaybolan sözleri böyle unutacaktım.. biraz daha açtım. Biraz daha dinledim.. kaç defa dinledim bilmiyorum.. sonra kapattım, bu cümleyi yazdım. Bir daha dinlemedim. Oysa ki o en sevdiğim şarkıydı.. neden şarkıları bazı anlara bağlarım ki?

Bugün dinledim. Hatırladım.
Filmde çaldı. Çaldığını duyduğumda durdurdum filmi. Açtım o sayfayı. Sonra içim götürmedi, yarım bırakamadım filmi.. devam ettim. Film bitti. Ben hala o şarkıyı dinliyorum.. artık bu filmi de unutamayacağım.. ne güzel; her gün yeni bir anı biriktiriyorum. Her gün yeni bir gelecek belirliyorum böylelikle..

Yazmaya kimseye anlatamadığım için başlamıştım. Sonra anlatmaya başladım. Bu kez de anlamamaya başladılar.. ben de yazmaya devam ettim böylece.. iyi ki.



*tüm hayal gücünü onunla harcama!


E. 

1.11.13

"bataklıkta dans ediyoruz.."

Çatışmıyorlar arkadaşım, direniyorlar!

Ne Ankaraymış arkadaş.. bana kendini sevdire sevdire bitiremedi. Biri bana deseydi ki şu soğuk şehri seveceksin, asla inanmazdım. Gel gör ki şimdi bırak sevmeyi, özlemişim la.. bildiğin sakaryadaki rakı sofrasını, behzatın o yeşil koltuğunu, harunun küfürlerini, hayaletin aşkını, tahsini, edayı, akbabayı, ercüment çözeri ve tabii ki amirimi.. bildiğin baya baya özlemişim işte.
..bizi ayıranlar utansın!

“Evet batman çekiyoruz. Bu ülkede böyle şeyler olmaz ki, ben fantastik şeyler yazdım” demiş kendi kendine Ercan Mehmet Erdem; sonra ne mi olmuş. Tüm bu olanlar işte.. Ankara yanıyor demiş. İlk korun İstanbul’a düştüğünü hatırlatmama gerek yok sanırım.. hatırlatma unutulan şeyler için yapılır gerçi. Unuttuk mu peki biz olanları? Asla! 

                                                                                                           'BehzatÇ Ankara Yanıyor'

Bugün filmi izlerken acayip bir burukluk sardı içimi, biraz da öfke. Bu kadar gerçekçi olduğu içindi belki de,  belki cinayet büroyu fazla benimsediğim içindi.. kim bilir. Ama olan şu ki.. o atılan gaz bombaları, biber gazları amirimin olduğu kadar benim de gözümü yaşarttı be, çıktı ya yalın ayak sokağa. heh işte ben de bazen kendimi yalın ayak sokakta öylece duran amirim gibi hissediyorum, umudunu kaybetmiş. Peki buzdolabındaki o şişe şişe bomontiye ne demeli.. o malum 22'den sonraya en hakiki cevap değil miydi o? 

Ayrıca.. amirimin koltuğuna oturan o kılıksız adamı, yanındaki malum bıyıklıyı her gördüğünde yumruğunu sıkıp, tırnağını etine geçirmeyen.. kusura bakmasın da bizden değildir.!

Eski bir arkadaşını görmüşçesine mutlu ayrıldım ben bugün atlas’ın o büyük salonundan. Her cuma evimde o mavi çekimleriyle izlediğim behzat gibi değildi belki; daha çok aksiyondu, daha çok hareketti. Ama öyle özlemişim ki.. öyle ki.. onları bir kez daha görmek, bana bir kez daha la Ankara bir başka! dedirtti..

Şimdi ne denir ki sana. şu kara şehri de sevdim ya.. ağzımda zor tuttuğum küfürleri sen bağırıp çağırdın ya.. korkmadın ya.. sana ne desem eksik kalır.. ne desem az.
“bataklıkta dans ediyoruz. bataklıkta olduğumuzu hatırlatanları boğarak. kıyametin tek adaleti, herkes için kopması” demişsin ya. Haklısın be Emrah Serbes. belki adalet anca o zaman yüzünü gösterir bize..

Şimdi doğru söze ne denir..
Kaos iyidir geliştirir..


E.