28.12.14

İkibinonbeş'e bir kala..

Haftasonunun getirdikleri:
Biraz huzur, biraz soğuk, biraz da film. Yarın pazartesi ve ben henüz evden çıkmaya hazır değilim.

bu bir gerçek hikayedir...
Sonunu yine en güzelinden bir filme bağlayacağım düşünceler bunlar.. alıcılarınızın ayarlarıyla oynamanıza gerek yok. Bir doğum günü çocuğunun geçen yıla içini dökmesi deyip geçelim..

Bu yıldan ne istiyorum? Kendimi uzak tutmaya düşündükçe tutulduğum bazı saplantılar, bazı alışkanlıklar var. Ardıma bir an bile bakmadan tereddüt etmeden yürüyüp gitmek istediğim yollar; ne olduğunu nasıl olduğunu unuttuğum alışkanlıklarım; sözünü bestesini unuttuğum şarkılar olsun istiyorum.

Çift sayıları hiç sevmedim. Çift sayılarla biten yılları da.. 2014’e hiç girmek istememem bu yüzdendi. Girmeme gibi bir seçeneğim olsaydı emin olun kullanırdım. Neden bilmiyorum. Bazı şeylerin nedenini tanımlamak çok zor. Hiç yanıltmadı beni bu yıl.. mart-ağustos arasını hatırlamıyorum bile.. O arada tatile çıktım, bir mezuniyet balosu geçirdim, kep attım.. inanın hiç birini doğru düzgün hatırlamıyorum bile. Çok uzaklarda kalmış birer anı gibiler şimdi bana..

Şimdi bunları neden yazıyorum; kendisini sanal dünyada tanımlamaya çalışan insanlara-insana karşı kızgınlığım olsa bile neden ben şimdi burada bunları yazıyorum bilmiyorum. (zaten kimse okumayacak) İçimden geldi yazıyorum. İçimden nasıl geldiyse öyle yaşadığım gibi.
Bazı şarkılara küstüm biliyor musunuz? Bazı filmlere kızgınım misal.. bazı şairleri dinlemiyorum artık. en çok da ‘şarabı en iyi ben açarım’ diyenlerden uzak durmaya çalışıyorum. Malum onların özgüveni beni tüketiyor. Anladım.

İnsanlar hep terk eder. Bilerek veya bilmeyerek.

Bunları neden anlattığımı inanın hala bilmiyorum. Belki biraz durur burada. Sonra da silerim gider.
Ne güzel dimi? istediğim zaman silebileceğim şeyler de yaratabiliyorum bu dünyada. Sileceğim ve kimsenin umrunda dahi olmayacağı şeyler.

İyi ki..



Bu yılın son film önerisi: Chocolat olsun diyorum. Ne dersiniz? Soğuk kışa inat; sıkıcı bir yıla rağmen.. bir çikolatayla mutlu olanlar için. İyi yıllar olsun!

E.


21.12.14

Bir Pazar Klasiği: Yeni Yazı!

Yazıyorum yazıyoruum yaazdım!!

Son yazımın üstünden bir hafta geçmiş.. sözde hemen arkasından dizi önerilerini yazacaktım. Benim neyime yazı dizisi hazırlamak ki zaten. Ayda bir yazıyorum neredeyse. Nerde o eski hızlı günlerim..
Şuan bunu sizlere yazarken; Cnbc-e’yi açtım. Çünkü, sevdiğim bir diziyi veya filmi televizyonda bulursam kaçırmam. 17ınch ekranla nereye kadar.. büyük ekranda izlemek ayrı güzel. (Tabii ki dublaj olmayacak. Mesela, geçenlerde ‘Ocean's 11’ı gördüm bir televizyon kanalında. nasıl sevindiim nasıılıl anlatamam.. bir heves açtım izliyorum. daaannn! Dublaj! Görüntü George Clooney, ses Tamer Karadağlı! Hemen kapattım tabii. Sanırım film izlerken tahammül edemediğim tek şey dublaj.(bi işte Back to the Future dublajı özeldir benim için o kadar.)



Neysee.. dizi diyordum. Hatta izliyorum diyordum. Forever’dan bahsediyorum. Bitmesin diye azar azar izlediğim yeni  göz bebeğim. Özellikle Ioan Gruffudd’un o ingiliz aksanı yok mu!! New York ve cinayet ikilisini izlemeyi seviyorsanız, başlayın. Zaten dizi henüz ilk sezonunda sakin sakin izleyin:)

Ben var yaa.. eski CSI’cılardanım. Her tür CSI, FBI ne varsa izledim. Hatta çocukluk işte..  anneme sorarmışım burada da FBI var mıı? diye..  evet biraz psikopatça belki ama daha o yaşlardayken bile çizgi film üstüne çerez niyetine bunları izlerdim.

Misal, CSI New York benden sorulur! Ayrıca sıkı bir Cold Case hayranıydım!

İşte bu sıralar yine esti benim ajan iç güdülerim. Fringe’dan sonra beni sürükleyen pek bir dizi takip etmemiştim. Daha çok gençlik dizileri/sitcomlar vs. ile oyalamıştım kendimi. Bu durumu Fargo’yla değiştirdim. Bu da demektir ki size başka güzel bir dizi daha!!

Düşünsenize her bölümü bir film tadında olan bir diziden bahsediyorum. Fargo’yu sevmeyen ölsün.

Zamanımın kısıtlı olduğu şu zamanlarda dizi izlemeye başlayarak; tüm aylaklığımla gururlu bir şekilde kurulduğum koltuktan bildirdim. Herkese iyi seyirler!



*Yılbaşı yaklaşırken planlar, programlar, hediyeler, dersler, işler… olanca ihtişamıyla yerini almışken hazır dedim ki iyice karıştırayım işi ve başka bi uğraş daha bulayım kendime. Çünkü ben mazoşistim. Çünkü ben iki ayağımı bir pabuca sokmadan yürüyemem… dedim. Vee yeni bir başlangıç yaptım. Daha yapamadım gerçi ama haftaya bu saatlerde yapmış olacağım. Eğer bana 'senden senarist olmaz ' demezlerse… 
evet, doğru duydunuz:) kısa film senaryo kursuna başlıyorum bu hafta. Yeni yıl/yeni yaş hedeflerimle koşarak geliyorum 2015!

O nedenle ben bu aralar biraz fazla kelimelerle yoğun bir ilişki halinde olacağımı düşündüğümden uzun bir süre buralara uğramazsam beni takip listesinden kaldırmayın.
(böyle diyip diyip yarın yeni yazı yazarsam ne gülerim amaa..)

Yazmaya başlayınca da sonlandıramıyorum..

O zaman çalsın!


E. 

14.12.14

‘Ceketimi burada unutmuş olabilir miyim?’

diye sorarak yazmaya başlar kız...

Merhaba! Bu hafta bu kaçıncı başlangıcım acaba.. hatırlamıyorum. Masaüstümde ardı ardına açılmış tertemiz beyaz dosyalar var. Çok konuşmak istersin; ama yazıya dökmek zor gelir ya.. o durumu yaşıyorum şu sıralar. Nasıl tembelim nasıııl.. Aslında Summer gibi bir ses kaydı yapmak aklımdan geçmedi değil ama itiraf etmem gerekirse ona da üşendim.

Başımı kaşıyacak kadar vaktimin olmaması gerçeğinin yanında ben bir o kadar tembelim bu aralar. (insan yemek yemeye üşenir mi? üşeniyormuş.)

O halde lafı fazla uzatmıyorum ve kabaran dizi-film dosyama dönüyorum hemen..



#Predestination
‘Amaan Tanrım! Ethan Hawke mı o!!’ diye bir çığlık sonrası gecenin bir körü izlemeye başladım birkaç hafta önce bu filmi. Filmin kadrosunda Ethan’ın olması yeterli benim için malum. Zamanda yolculuk, zamansızlık.. karmaşık zaman kavramı diye özetlenebilecek türden bir konuya sahip film; ne yazık ki Ethan’a rağmen sevilmedi. (Filmin ilk yarısı hariç. Gerçekten gerilim, merak güzel işlenmiş.)

‘peki ya hayatını mahveden adamı ayağına getirseydim. eğer yanına kâr kalacağını garanti edebilseydim. onu öldürür müydün?’

#Shrink
Bir ‘Amaan Tanrım!’ daha.. son zamanlarda izlediğim en başarılı filmlerden desem.. kadrosunda Kevin Spacey ve Robin Williams var desem.. marihuana içen bir terapist hikayesi işleniyor desem.. ne dersiniz?
Kesinlikle izleyin!

‘mutluluk bir hissi anlatmak için kullanılan bir sözcüktür.’

#Away We Go
Şimdi ismini hatırlayamadığım (eğer bunu okuyorsan ses ver!:)) bir blog arkadaşım önermişti. Uzun zamandır izleyeceklerim listesinde duruyordu. Birkaç kez izlemeye kalkışsam da hep başkaları önüne geçti, kısmet olmadı. Sonunda izledim. Ama ne yazık ki.. özgürlük, seyahat, samimi diyaloglar vs. aslında sevebileceğim tüm şeyleri barındıran bu filmi neden sevemedim onu bilmiyorum işte. Yaşayacağın yere karar verme sürecini en tatlı seyahat planına dönüştüren bu tatlı çiftimize bir ‘eh işte’ geliyor benden. Üzgünüm.

#Tar (The Color of Time)
Şimdiii gelelim fasulyenin faydalarına.. Fonda daktilo sesinin olduğu bir film hayal edin. Bir şairin anlaşılması güç iç dünyasını çekimlerle anlatmaya çalışan yönetmenler düşünün bir de. Sonra bu şairin yerine James Franco’yu; onu karşısına da Mila Kunis’i koyun.
Gün doğumu/gün batımı çekimleri arasında; gittikçe soluklaşan bir rengin eşliğinde izliyoruz bu şairimizin hayatını. Kimilerine sıkıcı gelebileceğine inandığım fazlaca durağan bir film. Ama eğer siz de benim gibi Franco, şiir ve durağan film severseniz. Bir bakın derim. (şairimiz C.K. Williams)

‘nedenini bilmiyordu ama bağırmamak elde değildi.’

#Başka Dilde Aşk
Eveet geldik listemin favorisine. Hatta en sevdiğim türk filmleri arasında ilk beşte oynayan filmimize.
Aslında taa vizyona girdiği yıl. 2009du sanırım, daha dün gibi aklımda sinemada izlemiştim. Hatta burada da yazmıştım. Üstünden ne kadar da zaman geçmiş. Neler geçmiş üstünden..
Nasıl hayran kalmıştım filme. Mert Fırat’ın oyunculuğunu ilk orada farketmiştim hatta. Sonrasında da tiyatro oyunları, diziler, filmler derken hala takipteyim.. (Özellikle İlksen Başarır’la çalıştıysa o yapımda. Kötü olma ihtimali yok benim gözümde.)
Geçen gün dedim ki. Ya hadi ben bir kez daha izleyeyim bu filmi. İyi ki demişim be. iyi ki..

‘hiç konuşmadan anlaşabilir miyiz acaba?’



Niteliksiz bir anım* (Mia kulakların çınlasın!): Üç dört yıl önce Radikal gazetesinde staja başladığım günü dün gibi hatırlıyorum. Demişlerdi ki bana emin misin gazeteci olmak istediğinden. Tabii ki emin değildim. Hala değilim.. ‘ama ben sinemayla, sanatla ilgili bir şeyler yapacağım ve onun içinde mutlaka kelimeler olacak’ diye cevap veriyorum artık şimdi soranlara. Neyse.. o zamanlar daha küçüğüm tabi; bir de bir heyecan ki sorma. 2. Haftamdı sanırım; önüme bir telefon koydular. Sabah saat 9. Bir de liste tutuşturdular elime; bir sürü oyuncu ve yönetmenin telefon numarası var.

Sırayla arayıp; bir haberle ilgili görüş almam gerek. Listenin ilk başında Nejat İşler var. (arar mıyım hiç sabahın köründe ben onu). hemen atladım ikinci sıraya.. Saadet Işıl Aksoy. Tuşladım numarayı; ikinci çalmada açtı. Amerika’daymış bir de üstüne setteymiş. İçimden ‘ohh yurtdışı da yazdı şimdi’ diyerek kapadım telefonu. Sonra birkaç başarısız telefon görüşmesi daha..

Yılmadım devam ettim. Sıradaki ismimiz: Mert Fırat’tı. ‘Noluur açsııın!’ diye dualar ederek aradım. Çaldııı çaldııı çaldııı.. nasıl bir yüzsüzlükse benimkisi uzuun uzun çaldırdım adamın telefonunu. Tam umudumu kesmişken açtı. Sesi tabii ki uyku sersemi. Konuşmanın girizgahı vs. ve patlattım soruyu. (sabahın köründe beni biri uykumdan uyandırsa ve saçma bir soru sorsa kesin telefonu yüzüne kapatırdım.)

Mert Fırat tabii ki öyle yapmadı. ‘Ben biraz önce uyandım da hatta telefonla’ deyip güldükten sonra ‘sizi ben bir saat sonra ararım; radikaldi dimi?’ dedi. (hadi canıım seni de ne güzel ekmiş. arar mı hiç demeyin. ben de öyle demiştim.)

Amaaa.. Tam bir saat sonra uzun bir Mert Fırat telefon görüşmesi yaptım!! Evet yaa.  Gerçekten de aradı:)

Sanırım; gazeteciliğin çok güzel bir şey olduğunu o gün,  Mert Fırat’ı uykusundan uyandırarak yaptığım görüşmeden sonra anladım.
(Yani arkadaşlar, işin asıl önemli noktası şu: iş için bile olsa Mert Fırat o gün, güne benim sesimle başladı:) )

The End.

*dizi önerilerim gelecek yazıda.. (ooff arkası yarınlı fotoromanlar gibi oldu.)


E.

30.11.14

Sebebi var Bahanesi yok..

Okurum, yazarım, konuşurum,
Kelimelerin efendisiyim amma..
Aşka gelince enikonu safım

Garantici olup korkanlara selam olsun!

Bi haftasonu ertesi, pazartesiye bir kala yine yeniden burdayım. Nedensiz yere sardığım Sezen Aksu eşliğinde hem şarkı söyleyip, hem de bu satırları size yazıyorum. Pazar geceleri mutsuz olanlara tavsiyem, açın bir ‘ruhuma asla’, açın ‘onu alma beni al’ bakın bakalım kalıyor mu o mutsuzluktan eser:)

Aslında pek bir sezen hayranı değilimdir, ama ne zaman kendimi mutlu hissetsem ‘kaçın kurası’ ile başladığım listeme ‘şanıma inanma’ ile sonlandırır. Mutlaka ‘seni yerler’in klibini izler güler eğlenir, kendi kendime neşe saçarım. (anlık gelip giden bu neşeli hallerimin hala nedeni anlaşılamamakta..)

Ee nasıldı bakalım haftasonunuz?

Ben küçük bir haftasonu kaçamağı yaptım. Çorlulu olmadığım halde, çorluya en çok giden insanım herhalde. En yakın arkadaşımın ve onun arkadaşlarının yanına arada sırada kaçar, bi çorlu ayazı yer dönerim. İşte bu haftasonu da onlardan biriydi. (yazın da bunun tekirdağ versiyonunu yaşıyorum.) Ruhumda bir trakyalı yaşıyorsa demek..

Bol kahkahalı, bol dedikodulu, bol içmeli bir çorlu/haftasonunu geride bıraktım. O nedenle bu haftasonu gözüm sinema görmedi; dönüş yolu dışında. En sevdiğim şeylerden biridir otobüs yolculukları. Hele hele güzel güzel filmler varsa var ya.. tadından yenmez. İşte bu akşam da öyle denk geliverdim, ‘(Mr.Popper's Penguins)Babamın Penguenleri’ne. Nasıl geçti bu kısa yolculuğum anlamadım. (arada kıkırdadığımda fazlasıyla oldu; umarım çok yüksek sesle yapmamışımdır:)) Eğlenceli bir pazar sineması oldu. Bu hafta geçti ama haftaya pazar aklınızda olsun.



Yani kurak bir haftaiçini, kurak bir haftasonuyla kapatmama ramak kalmıştı ki, Jim Carrey imdadıma yetişti!!

*bir on gün kadar önce, sineterapi ekibi olarak bir filmin ön gösterimine katıldık. Son zamanlarda sinemaya sadece bu ön gösterimler sayesinde uğradığım için, kaçırmak istemedim tabii ki. Türk romantik filmlerine pek katlanamasam da… gittim. Sonuç mu? Hüsran. İlk defa sinemada geçirdiğim dakikalara acıdım. Hayır zaten pek umudum yoktu filmden ama, bu kadarı da olmaz diye düşünüyordum. Meğerse çok pollyanna bakmışım bu işe. İzleyicileri aptal yerine koyup film diye bizi oturttukları sinema salonunu işgal ettikleri için mi kızayım, onca billboardda yapılan reklamlara dökülen paraya mı :)

Anladık tamam sevmedin de filmin adı ne? dediğinizi duyar gibiyim.. açıklıyoruum: ‘Seni Seviyorum Adamım’. Görürseniz arkanıza bakmadan kaçın! Kaç kaç kaç..


Güzel haftalar. Yatın uyuyun hadii.. yarın pazartesi!



EDİT:

Pazartesim güzel geçsin diye.. işteki bilgisayarıma bu güzel insanları kondurdum. bakıp bakıp mutlu oluyorum. İşte/ofiste sıkılanlar en sevdiğiniz filmden bir sahneyi yapıverin masaüstü!
(Reality Bites)


E.

25.11.14

Nostalji vurdu a dostlar..

Ben beni bildim bileli 70s-80s-90s üçlemesinde retro bir hayat sürer giderim.. müzik olsun, film olsun, moda olsun fark etmez. (bu arada benden ilk defa moda lafını duyduğunuza yemin edebilirim.)

Dün sineterapi için ne yazsam ne yazsam diye düşünürken, kendimi The Breakfast Club (Kahvaltı Kulübü) izlerken buldum. 85 yapımı film beni yine düşürdü geçmişin tuzağına. Tüm gün 80ler müziğini dinlememin ardından; bugün de ofiste tüm gün 70ler dinledim. Kendimi hippi olarak ilan etmeme ramak kalmıştı ki.. bir arkadaşımın ‘How To Make AnAmerican Quilt’ eleştirisiyle Winona Ryder’ı hatırlayıverdim.

*Winona Ryder’ın kleptoman olduğunu öğrendiğimde çok üzülmüştüm. O yaşta ne anladım acaba da bu kadar üzdü ve etkiledi beni bilmiyorum. Hem zaten ne işim var benim Winona’yla o yaşta. İzlesene kızım tom&jerry, şirinler falan.. işte o zamanlardan belliymiş benim şimdiki halim.


Winona Ryder bir zamanlar Johnny Deep’le birlikteydi falan filan derken.. 90ların magazinin de dolanmaya başlamıştım ki.. aklıma bir anda en sevdiğim film Reality Bites geldi. (ekbilgi: Ethan Hawke’ın canlandırdığı Troy Dyer’a aşık olmayayım da kime olayım?) Oydu buydu şuydu derken… kendimi 90ların o renkli dünyasına bırakıverdim gitti.

*Çocukluğuma dair hatırladığım şeyler bazen bölük bölük, sanki önceden izlediğim bir filmin bazı sahnelerini kesik kesik hatırlamak gibi. Bazı görüntüler çok net o ayrı. Mesela bazı akşamlar, ardı ardına Back to The Future I-II-III verirlerdi. Annemle teyzemin ‘yine mi o beyaz saçlı deli adam’ isyanlarına rağmen; kuzenimle sanki ilk defa izliyormuş gibi yine yeniden izlerdik. 'Biz Marty Mcfly’ı Yekta Kopan sesiyle dinleyerek büyüdük arkadaş!!' diye böbürlenir dururuz hala..

*Yıl olmuş 2014, ben hala çok sevdiğim 90lar Pop dinlerim. Ee tabii sahip olduğum derin repertuardan bahsetmeden bu dosyayı kapamadan olmaz. Hafızamın bazen balıklarla yarıştığını düşündüğüm şu yıllarda bile, sorun bana Oya&Bora’yı sorun bana İzel&Çelik&Ercan’ı bakın nasıl şakıyorum… (o değil de hala şaşarım; 7-8 yaşlarında ‘cartel bir numara en büyük..’ diye en ufak bir satır atlamadan tüm şarkıyı söylerdim, almanca kısımlar hariç. Rap ya bu rap! Az manyak değilmişim..)

İşte böyle.. şimdiki çocuklara bakıyorum da. Çok şanslıymışız biz yaa!!


O zaman sıradaki parçamız, 90lardan uzaklaşamayanlara, mutsuzluğun kışına ulaşanlara gelsin: dinle!

E.

19.11.14

Hasta Çarşamba

Öhö öhö..
Hastalık sezonunu açıyorum.. ve size pofidik yastık ve yorganımın arasından sesleniyorum. Hem de haftanın ortancası Çarşamba günü.

Boğazım öyle bir ağrı içinde ki konuşmak çok zor geliyor; bahanem de hazır olduğu için tabii ki bugün okula gitmedim (ya 1 saatlik ders için gidiş dönüş 3 saat yol çekilir mi sorarım size?), annemin hazırladığı mis gibi kahvaltımın arkasından, binbir çeşit bitkiyle yaptığım şifa çayımı içerken kenara ayırdığım filmimi izledim. Ve şimdi buradayım! (zaten Mia’nın blog alemine geri dönüşü ben de bi ‘hoop hadi sen de’ gazı vermedi desem yalan.)

Size güzel film önerilerim var tabii ki.. birazdan sıralayacağım hepsinii.


Geçen yazımda Boyhood’u izlemek istiyorum demiştim ya.. Evet, izledim arkadaşlar. Ve kelimenin tam anlamıyla bayıldım! Durum filmlerini sevenler için şiddetle tavsiyemdir. Ama yok siz  ‘izle izle sonunda anlamsızca bitsin, ne anlarım ben o filmden’ diyen bir giriş-gelişme-sonuç izleyicisiyseniz boşverin:) daha ayrıntılı bir yorum istiyorsanız: tıktık

(Ethan Hawke’dan vazgeçemeyen yönetmen Richard Linklater’ı sırf bu yönünden dolayı bile çok seviyorum:))

*Two for the Road:
80ler 90lar sineaması benim için hep bir numara olsa da.. Audrey Hepburn’a olan hayranlığım nedeniyle daha önceki yıllarla da aramı fazla açmıyorum doğrusu. Çoğu Hepburn filmini izlememe rağmen, bu filmi atlayıvermişim.. Film dönemine göre değerlendirildiğinde çok güzel bir kurguya sahip; hatta flashbacklerin babası sayılabilecek türden. Özellikle evlilik kurumuna getirdiği eleştiriler ile tadından yenmiyor.

‘bitenin bitmiş olduğunu görmek cesaret işi’

*Third Person:
Ünlülerin fazla olduğu bir kadro ile göz dolduran filmimiz; NewYork/Paris/Roma üçlüsünde geçiyor. Aynı zamanda da üç farklı hikaye var. Bu arada, finalini tek seferde anlarsanız ses verin! Ben tam olarak anlamak için 3 kez izledim:)

‘bilmediğim şeyler hakkında yazarım, anlamadığım şeyleri ise kurgularım.’

*Aşkın Ömrü 3 Yıldır (l'amour dure trois ans):
Takip ettiğim bloglardan biri olan, minikmini’nin filmi yorumlamasının ardından bir merak ettim. Ve geçen gün izledim. Nasıl mıydı? Ne sevdim ne sevmedim..
Bukowski’nin sözleriyle başlayan film o kadar yüksek başladı ki; sonrasında gelişen hikaye, replikler vs. o yüksekliğe çıkamadı ben de. Beklentim fazla uçmuştu oysa ki..

‘evliler öğle yemeği, aşıklar akşam yemeği yerler.’

*What If
Bu sabah izledim. Sıcağı sıcağına yazıyorum.. Kadın-Erkek arkadaş olabilir mi? Uzaktan ilişki yürütülebilir mi? gibi soruların temelinde olduğu klasik bir romantikli film. Klasikleşen konuların kombinasyonlarını izlediğimiz için artık, bu konu bana eleştirilecek bir şeymiş gibi görünmüyor. Bu tarz filmlerde benim aradığım tek şey, beni içine çekmesi. Belki çiftlerin uyumu, belki filmin çekildiği şehir, fonda çalan şarkı vs. neyse. What If’i sevdim ben! :D

Televizyonda ‘kampüsistan’ın tekrar bölümlerine denk gelmemle birlikte, kendimi 90lara ve 2000lere vurdum ve tüm dizilerin jeneriklerini izledim:) bu nedenle de sabah başladığım yazıyı ancak şimdi sonlandırabiliyorum.


bu da şarkımız olsun! 

26.10.14

Pazar Haberleri..

Oh baby baby… (Wild World/Cat Stevens)

Merhabalar!
Güzel bir şarkı, güzel bir haftasonu ve ne güzelsin sen pazartesi sendromu!

Uzun zamandır buralardan sesleniyordum; PATLADIM SIKINTIDAN! Evren duymuş beni ola ki al sana dedi.. “sıkılmak mı? başını kaşıyacak vaktin olmasın da gör!”

Evde oturmaktan bunalan ben, n’olur bugün evde oturayım diye sızlanmaya pek erken başladım. Pazar gününü tam olarak hakkıyla yerine getirmenin verdiği tembellikle konuşuyorum.

Sınav haftam yaklaşıyor, biriken dersler, ödevler, tez okumaları; yanında göz bebeğim N’olmus ile Sineterapi’ye yazmam gereken yazılar; ve üstelik yepyeni gcır gıcır yeni bir işim de var. (İKSV medya ilişkileri departmanında stajım dolu dizgin devam ediyor..)Yani arkadaşlar kısacası; tam olarak iki ayağımı bir papuca sokmuş durumdayım.

Ama bugün Pazar! Haftasonunun tembel çocuğu… cumartesinin evcimen abisi. Ee söyleyin bakalım neler izlediniz bugün? Sinemaya giden? Evde film keyfi yapan? Yeni dizilere başlayan? Anlatın bakalım ailenin sevilmeyen ikinci çocuğu Pazar’ı nasıl değerlendirdiniz? (en sevilmeyeni tabii ki de pazartesi. Adını bir sendroma bile vermişler daha nasıl belli edelim sevilmediğini.)

Siz düşünün bakalım ne yaptınız… ben de o sırada size bu yoğun günlerime bile tıkıştırmayı başardığım keşiflerden bahsedeyim…

Ne izleyelim?
(rastgele sıralandı)



#Awakenings:
Robin Williams/ idealist rollerin adamı! Kedideli bu filmi ilk önerdiğinde izlemek için sabırsızlanmıştım. Düşünsenize başrollerde Robin Williams ve Robert De Niro var. Aman Tanrım!! Gerçek hayattan uyarlanmış filmler/kitaplar kurgu olmadığı için her zaman daha çok etkiler malum. O nedenle etkilenmemek elde değil; insanlarla araları iyi olmayanlara gelsin:)

‘bir nesne değil, bir insan uyandırdınız. ben bir insanım. kötü hissetmiyorum ama hiç bir şey de hissetmiyorum.’

#Palo Alto:
Filmekimine giden kaç kişi var bakalım? Bu yılın film programı on numara beş yıldızdı laf aramızda. Hala izleyemediklerim ve meraktan çatladığım filmler var.( Mesela ‘Boyhood’u izleyemedim. Resmen yastayım arkadaşlar.. Ethan Hawke filmini izleyemedim. düşünebiliyor musunuz bendeki merakı..)
Amerikan gençlik filmlerine benzerliğiyle/klişelikle eleştirilse de yönetmeni Gia Coppalo’nun ve James Franco’nun hatırına sevdim ben bu filmi. Daha ayrıntılı konusunu merak ediyorsanız: tıktık!

‘Ben Bob değilim!!!’

#Les Amours Imaginaries:
Vayy Xavier Dolan dediğinizi duyar gibiyim:) evet siz de mi Xavier hayranısınız, çıkın bir adım öne.
Bang Bang dinlemeyi hep sevdim ama; bir şarkı bir film sahnesine bu kadar mı yakışır.. Xavier’in ileri geri gelen kamerası; güzel tespitleri; replikler.. anlatılmaz izlenir. (Momy de bir diğer filmekimi kaçağı en yakın zamanda izleyeceğim!)

‘yenile tuşuna her bastığımda bir kişi ölse bu dünyada kimse hayatta kalmaz.’

#You Can Count On Me:
Geçmişe gidelim o halde.. (yıl 2000) Birbirine zıt iki kardeşin samimi hikayesi. Mark Ruffalo filmlerini incelerken gözüme çarptı; aa hadi izleyeyim dedim. İtiraf edeyim ki pişman olmadım. Sakin sakin izleyebileceğimiz filmlerden.

‘bence kimsenin yaşamı fazladan bir değer gerektirmez.’

#The Art Of Getting By:
Hayatta her şey mümkündür mottosuyla; amerikan gençliği üzerinden tüm asi gençlere mesaj veren sevimli bir filmle daha karşı karşıyayız. Palo Alto kadar iç karartıcı bir eleştiri değil ama; daha eğlenceli, daha kolay izlenimlik bir film. Müzikler güzel. (özellikle şu soundtrack'i attım favorilere.)
Palo Alto’da gördüğümüz Emma Roberts’ı burada da liseli olarak görüyoruz. (filmler arasında üç yıl var ama; Emma hala liseli. ah ah büyüyemiyor..)

'yalnız yaşarız, yalnız ölürüz. geriye kalan her şey bir yanılsamadır.'


Manhattan Love Story
#Manhattan Love Story: (Tv Series)
Summer’ın twitterda yeni/ güzel bir dizi buldum çağrısına hemen yanıt verip başladığım sevimli dizi. Henüz ilk sezonda ve sadece 4bölüme sahip güzel dizimize siz de başlayın. Manhattan ve aşk kendini her zaman izlettirir:) (kesin bilgi)

The Disapperance of Eleanor Rigby:Them
#The Disappearance of Eleanor Rigby:Them (Vizyon)
Filmekimi'nde kaçırdığım başka bir film daha. Neyse ki çok geçmeden bu hafta vizyona girdi. En yakın zamanda sinemadayım! İzleyen varsa yorumları alayım:)


Ne dinleyelim?

Tek kelime: SPOTİFY
(seçin modunuzu müziği akışına bırakın. son zamanlarda keşfettiğim en güzel şeylerden biri.)


Nereye gidelim?

Geçen gün düşündüm… kaç yıldır şu blogu yazıyorum, hiçbir yer önerisinde bulunmamışım. Oysaki arkadaşlarım beni foursquare gibi kullanır. Adeta bir google map’im. O nedenle dedim ki arada sırada birkaç yerde önereyim gitsin:)
Yeni işim malum Şişhane’de olunca (ee üst taraf AsmalıMescit-Galata olunca da tabi..) gelsin yeni keşifler gitsin sıradan mekanlar…
Her öğle arasında yeni bir yer arama sevdasına yakalanan bir adet eliften bu haftanın best’i gelsin bakalım:



#Velvet Cafe:
Tam bir vintage! Tatlılıktan ölen çok güzel bir aile tarafından işletilen bu cafe tam anlamıyla geçmişin evine misafir olmuşsunuz hissi uyandırıyor. (hele o müzede neymiş dediğiniz fincan koleksiyonu yok mu..) Üstelik sipariş ettiğiniz çay/kahveler seçtiğiniz bu yıllanmış fincanlardan biriyle sunuluyor. Tadından içilmiyor:)

(ben Sovyet Dönemi’nden kalma bir fincan seçtim en son gittiğimde. Ama aklım diğer fincanlarda da kalmadı değil..)
Duvarda asılı aile fotoğraflarına baktığımızı gördükten sonra kendilerini ve ailesini anlatan sevimli ev sahiplerini bir ziyaret edin ve vanilya kokan cafede güzel bir çay için derim. Adres için: tıktık!

…çok konuştum. Çenem düştü affedin. (eğer yazının sonuna kadar dayanabildiyseniz tabii:))
Güzel haftalar!


E.

13.10.14

Kuş Koysunlar Yoluna

Şiirlere olan düşkünlüğümü biliyorsunuz. Bazen saatlerce kendimi şiirlerin içine hapsebiliyorum. Tek bir cümleyi yüzlerce kez okuduğum bile olmuştur.
Ama şiirlerden daha çok şairlerin hayatıdır aslında beni kendine çeken. Turgut’un, Tomrise aşkı yüzünden sevdim. Cemal’in ismini kendi koyduğu sevgilisi Elif var mesela..
Sylvia Plath’den bahsetmiştim daha önce. Bugün ise 13 Ekim, yani Sylvia deyince aklıma gelen ilk ismin; Nilgün Marmara’nın ölüm yıl dönümü. (intiharının üzerinden yirmiyedi yıl geçmiş..)


“Erken vazgeçişlerim vardı benim
  Seninse
  Erken tükenişlerin

  Ve gece
  Uygun değildi beklemeye
  Yine de bekledim..

  Avucumda unutulmuş binlerce gölge
  Yeraltında öldürülmeyi bekledim
  Günışığı vururken gözüme ölmeyecektim

  Katilim yoktu
  Katilim çok.."


E.

10.10.14

Back to the Cinema

Sinema salonlarını özlemişim.. uzun zamandır sinemaya gitmiyorum. Evet ciddiyim çook uzun zaman oldu. İnsan gitmeye gitmeye gitmemeye alışıyor. (ne garip cümle oldu bu da) Eskiden önüme gelen filmlere, hiç bilmeden bile pat diye sinema bileti alırdım. Şimdi bu film sinemada izlemelik; bu film evde izlemelik ayrımına düşmüş kızdığım o insanlara dönüştüm. Kendime gelmeliyim!

Neyse ki FilmEkimi var ve sahalara dönüyorum..

Ama ondan önce muhteşem dönüşümü; David Fincher’ın muhteşem filmiyle yaptığımı söylemek istiyorum. (‘Kayıp Kız/ Gone Girl’ bugün vizyona girdi koşun!)
Ama malumunuz ben bu mütavazi blogumun yanında sineterapi.com’da da yazarlık yaptığım için BeyazPerde sağolsun bizim ekibi ön gösterime davet etti. Yani ben bu filmi vizyona girmeden; ön gösteriminde izleme şansı buldum. Anlayacağınız bir adım önünüzdeyim arkadaşlar!

Film konusundan hiç bahsetmeyeceğim. Haftasonu hala ne yapsak diyorsanız; en yakın sinema salonu nerede bi bakın derim! bana güveniyorsunuz değil mi:)


Bugün vizyon habericisi gibi oldum sanırım ama bir filmim daha var.
O da bugün (mübarek cuma günü) beyaz perdede yerini aldı. Filmimizin adı ‘Good People’. Başrollerinde.. (şimdi kızlar bi sakin olun önce) başrollerinde James Franco(!!!) ve Kate Hudson var.

‘Kendi hikayeni yazarken kahraman olmak kolay.’

Nasıl mı? Filmin nasılını bilmem ama şanssız olduğu kesin. O kadar kısır haftalar dururken en bereketli haftada vizyona giriş yaparak; adeta kurtlar sofrasına düşmüş körpecik genç kız gibi süzülüyor sinemalarda. Yer yer sıkıcı/durağan, bazen heyecanlı; yani kısaca, ortalamanın biraz üstünde koşmalı/yakalamalı bir film.


Önceliğiniz ‘Gone Girl’ olsun tabii ama buna da göz önünde bulundurmaktan zarar gelmez.

(Bir de Woody Allen filmi gelmiş.Hiç farkında değilim. Siz demeden ben diyorum.. ayıp bu yaptığın elif!  Ona da gitmeli en yakın zamanda.. )

Şimdilik benden bu kadar. FilmEkimi'nde görüşürüz o halde. İyi haftasonları..

E.


4.10.14

İyi Bayramlaar!!

Bugün bayramın ilk günü olduğunu kahvaltıdan sonra annemle kahve keyfi yaparken hatırladım. Nasıl oldu böyle bilmiyorum ama bayram ziyaretlerini ikinci güne ertelemeyi başardım bugün. Peki bugün ne mi yaptım? Bu da soru mu şimdi? film-dizi-müzik haberleriyle geliyorum..

Dün gece nasıl başladım ilk şarkıyı dinlemeye bilmiyorum ama uzun zamandır dinlemediğim Russian Red göz kırptı bana playlistten. Bu yıl yeni albümüyle tanışmamıza rağmen ben hala başa sarıp sarıp Fuerteventura dinliyorum, o ayrı. Şuan bunları yazarken de o albüm çalıyor.. I hate you but I love you.. siz de dinlesenize.

Bir film önerisi aldım geçen günlerde.. bildiğim ama izlemeyi düşünmediğim bir filmi önerdi hem de. ‘The Words’ bileniniz var mı? İsminden de çağrışım yapıldığı gibi kelimeler bana sanki film izliyor değil de kitap okuyor hissi bıraktı. Çook olağanüstü, harika! diyemem belki ama güzel bir seyirlik. (bu arada Bradley Cooper’ı Limitless ile birlikte sevmemeyi bırakmıştım; doğru bir karar vermişim. Yine iyiydi.)

Birkaç alıntı vardı filmden. Böyle ardı ardına yazmak istedim sadece:

Ne kadar istesen de geçmişi silemezsin.
Kelimelerin her şeyi mahvettiğini biliyor musun?
He şey neyse odur.
Hepimiz hayatta seçimler yaparız. Zor olan onlarla yaşamaktır.

Kelimeler ile ilgili ne çok şey varmış söylemek istediği senaristin.. ben bir tek Turgut Uyar bilirdim, kelimeler deyince. Neydi? Kelimeler albayım! Bazı anlamlara gelmiyor.


Son olarak New Girl’de artık her hafta yeni bölüm bekleyen biri olarak yeni bir diziye başlayayım dedim. Sonra aklıma kuzenimin çok sevdiği şu dizi geldi. Eskilerden yine.. NewYork hem de. Aa nasıl sen izlemedin mi onu? tepkisini duymadan önce şöyle söyleyeyim dizilerle aram her zaman bu dönem ki kadar iyi olmadı.

Böylelikle ‘Sex and the City’e başladım. Güzel gittiğini söylememe gerek yok herhalde. Tek izlemeyenin ben olduğumu bile düşünüyorken üstelik.



Şimdilik benden bu kadar. Kendinize iyi bakın!

Not*: Ben bu yazıyı yazarken telefon çaldı ve kuzenlerim geleceklerini söylediler. Bayrammış arkadaşlar bugün, unutmayalım, unutturmayalım.


E.

19.9.14

Evde tek başına..

Selam! Bugün yine asosyalliğin dibine vurduğum doğrudur. Aa hay aksi! bakın ne dicem.. Bugün dünün aynısı.. hatta bir önceki bir önceki gün de böyleydi. Film/dizi/kitap üçgeninde geçen günler.. merhaba! Dışarıda hava nasıl? Bu durumu twitterdan takip edecek kadar pencereye uzak bir köşeden sesleniyorum. KURTARIN BENİ!!

Bu arada BookChallenge olayını adım adım takip ediyorum ama her gün yazacağımdan emin olamadığım için başlamadım. Takipteyim ama.. Ben de şu sıralar uzun zamandır kitaplıkta okunmayı bekleyen üç silahşörler’e başladım. (aa daha yeni mi?) der gibi bakmayın. Ee malum istanbulda okul-ev arası otobüste taşınacak ağırlıkta bir kitap değil. Uzun zamandır tüm kitaplarımı toplu taşıma araçlarında bitirdiğimi göz önünde bulundurursak.. normal bir durum bence.

Ve sonunda izlemem dediğim bir filmi daha siz bloggerlar sayesinde izledim. O kadar çok anlatıldı ki.. dayanamadım. ‘Aynı Yıldızın Altında’yı izledim. Doğruymuş arkadaşlar.. ‘acı hissedilmeyi talep eder.’ Ve bu film soğuk havalarda evde tek başına izlenilmesi gereken bir film değildir. Resmen elimde patlayan bir bomba. Eveet.. ben de ağladım. Oysa son dakikalarına kadar ağlamamak konusundaki direncim yerindeydi de o cenaze töreni işi bitirdi. Hee bu arada ‘cenazelerin ölü için olmadığına karar verdim. Kalanlar içindi.’ ne doğru bir tespit öyle..

Hatta bugünlerde bir tane daha izlemem dediğim bir filmi izledim. Sanırım yeni film önerilerine ihtiyacım var. İzlemeyeceklerim listesine başladıysam eğer yardımınız gerekebilir. Ki durum bu. Bu filmimiz; ‘Bağlanmak Yok’. Diğer film gibi olmadı maalesef izlemeseydim de olurmuş dedim. Hatta sıkıldım bile denebilir. Sadece tek bir cümle vardı: “insanlar ebediyen birlikte olamaz”. Bir bu laf güzeldi işte.

Son olarak geldim son dört günde iki sezon bitirdiğim; hatta üçüncü sezonuna başlamak üzere olduğum dizime. Aslında geçen yıl Kassel’de ilk sezona başlamıştım. Sevmiştim de aslında ama sonra ne oldu da yarım kaldı hatırlamıyorum. Salı günü dedim ki.. hadi elif bir daha başla en baştan. İşte bu laf var ya.. hayatımda söylediğim en güzel şeylerden biri olabilir. Onun sayesinde hayatımın aşkını Nick Miller’ı buldum. (tamam biraz abartmış olabilirim ama her saçmalığına bu kadar çok gülmemin başka bir açıklaması yok bence) evet.. karşınızda New Girl!!

(Summer’a olan düşmanlığınızı kapını dışına bırakın. Ve Zooey’i öyle izleyin. Jess’i seveceksiniz.)



Felicity’i izleyin derken Woody Allen’ın NewYork sevgisinden ve LA nefretinden bahsetmiştim hatırlıyor musunuz? Heh onu unutun. Allen’ı boşverin. (NewYork başkadır orası ayrı da) Bu çocuklar Los Angeles’ta olduğu sürece üzgünüm Woody, LA is the king!

*bir çok insana bir çok insanı hatırlatıyorum. bir çok insan bana bir çok insanı hatırlatıyor..

O zamaan Nick Miller'ın mixtape'inden gelsin -> dinle!

E.


10.9.14

Bunları yüzyüzeyken konuşuruz..

*
Yüzyüzeyken Konuşuruz’u bileniniz??

Geçen yıl sonbaharda sınavlarla boğuşuyordum her zamanki gibi.. ve yine acaba ne dinlesem diye düşünürken; o zamanlar çok uzaklarda olan bi arkadaşım bana bir şarkı gönderdi. Onun dediğine göre sınav haftama bilerek denk getirmişti; ders çalışırken iyi gidermiş. Haklıydı da.. yüzyüzeyken konuşuruz kelimenin tam anlamıyla bir sınav fonu harikası.
Neyse işte yine kelimeler fazla dolandı ağzımda. Bu grubun şarkıları bana güzel bir insanı ve güzel zamanları hatırlatıyor.. (belki siz de seversiniz..)


**
Dün Mert’in blogunda screenshot challenge diye bir başlığa denk geldim. Benim de ismim geçmiş üstelik.. buyrun benim masaüstüm:




***
Bugün tüm gün evde olacağımı anlayınca uzun zamandır ertelediğim The Godfather partisini yapmaya karar verdim. Yani tüm günümü Corleone ailesine ayırdım. (yeni bitti) Şuan ne durumda olduğumu anlamanız için her filmin 3 saat olduğunu söylemem yeterlidir herhalde..

Hala izlemeyenler var mı aramızda? 
Yoksa siz de arkadaşlarım gibi düğün sahnesini geçemeyenlerden misiniz? Hadi ama.. bir kez daha deneyin.



****
Aslında yazının başına Medianeras ile Manhattan’ı anlatmak için oturmuştum. Ama olmadı.. bazen olur ya sadece içinden gelmez. Bu aralar ben de öyleyim; yine yazamamaktayım..

‘hayatım bir oyun olsaydı beş kare geri gitmek zorunda kalırdım.’ –Medianeras
‘arada bir de aptal insanlarla tanış; bir şeyler öğrenebilirsin.’ –Manhattan



*****
Son olarak size hatırlatmak istediğim bir de Felicity var. Daha önce şurada bahsetmiştim; başladım diye. Evet o şuan bitmek üzere.. 90lı yılların sonunu 2000lerin başını özlediyseniz ve Woody Allen gibi LA’e düşman NewYork’a hayransanız; bi bakıverin..

Birazcık spoi: ‘Çok değer verdiğimi düşündüğüm bir şeyden vazgeçmek çok tuhafmış. Ama onu daha fazla beklemek de doğru gelmiyor.’ dedi ya Noel. İtiraf edeyim ‘Ohh bee!!’ dedim. Ee sabır taşı olsa çatlar..



O zaman başladığı gibi bitsin:


E.

3.9.14

Salı Sineması..

Türkiye-Finlandiya maçında kendimi biraz fazla kaybettiğimden sesim kısıldı. Konuşarak gevezelik edemeyeceğimi anlayınca da dedim ben bir bloga uğrayayım. Fazla boş verdik buraları.. (bu arada maç harikaydı!! İzlemediyseniz çok şey kaçırdınız!)

Sınavlar nedeniyle geçici olarak kapsama alanı dışındaydım. Bugün kendime geldim, işte bi on gün kadar tatilim var, sonrasında yine güzide okulum ve ben harika bir ikili olmaya devam edeceğiz. (roket takımı halt etmiş yanımızda. pehh..)

Malum gün sayısı az; her günü dolu dolu değerlendirmek lazım dedim ve bugün tam tamına 3 film izledim. Evet yanlış duymadınız 3! Dördüncüye başlamadan önce bu filmlerden bahsedip hemen kaçacağım..

(Sırasıyla..)Başlıyoorr..

#Bir Kelebeğin Kanat Çırpışı

(Orijinal adı: Le Battement D’ailes Du Papillion.) Ben türkçe adıyla sesleniyorum bu kez. Fransızlarla bu konuda hiiç anlaşamıyoruz; yok arkadaş.. bir türlü aklımda tutamıyorum film isimlerini.

İsminden de anlayacağımız gibi filmde ‘kelebek etkisi’nden bahsediliyor. Klasik bir fransız filmi. (hem de Audrey Tautou var) Film tam tesadüf manyaklarına göre.. (kıhkıhkıh.. tam benlik yani:)) Klasik bir fransız filmi dediğimden anladığınız üzere öyle zamanın nasıl geçtiğini anlayamadım dediğiniz son sürat filmlerden değil tabii ki. Oldukça yavaş ilerleyen bu filmi avrupa sineması sevenlere kesinlikle tavsiye ediyorum. Ama yok ben Hollywood’dan başka sinema sektörü bilmem de sevmem de diyorsanız size sözüm yok. Aa olur da bir değişiklik yapacaksanız; bu film size 'ıcebucketchallenge' etkisi yaratır. Amaann deyim uzak durun. Siz Amelie izleyin önce bi, sonra gelin yine..

*Okyanusu yükseltmek için denize işemen yeterli..



#Drinking Buddies

Fransa’dan sonra yüzümü okyanus ötesine çevirdim. Taa Amerikalara gittim.. gittim de ne oldu?
Yok arkadaşlar yook.. benden öyle aksiyon/gişe filmleri çıkmaz. Yine gittim en sakin (en yağmurlu havada izlenecek ) filmi buldum. (eveet.. öyle girişi-gelişmesi olmadığı gibi sonucu da olmayan filmlerden.. hazır olun. Beklenti yüksek olmasın sonra çok hayal kırıklığı oluyor. Ve ben hayal kırıklığıyla yazılan yorumları hiç sevmiyorum. Yapmayın öyle şeyler.. minimum beklenti!! lütfeen..)

Film bira üretim merkezinde çalışan Luke ve Kate adında iki arkadaşı anlatıyor. Ee tabi verdiğim sübliminal kelimeden (“bira”) de anladığınız üzere; bol içmeli bir film. Yanii.. ben ettim siz etmeyin; birasız basmayın o play tuşuna basmayıınn!

He yok ben bira sevmem de içmem de diyorsanız; gönül rahatlığıyla başlatabilirsiniz filmi. (ama şimdi düşünüyorum da filmi sevmeme neden olan büyük etken: biraydı. O yüzden sizi bilemedim şimdi.. ben içtikleri her biranın markasını görmeye çalışırken filmi bitiverdi zaten.. anlamadım:))

Ayrıca; New Girl’den tanıdığım ve pek bi sevdiğim Jake Johnson’un varlığı bu filmi daha bir güzel kıldı. Yalana gerek yok şimdi gece gece:)

*hissettiğim gibi düşünüyorum.



#Kemerlerinizi Bağlayın

(Orijinal adı: Allacciate le Cinture) Eveet.. bu kez de İtalya’dayız.. Ama bu kez yönetmen koltuğunda yabancı biri yok. Heh anladınız dimi? ta kendisi: Ferzan Özpetek

Daha önce hiç Özpetek filmi izlediniz mi bilmiyorum ama eğer izlediyseniz ve sevdiyseniz bunu da seversiniz. (ben en çok ‘Karşı Pencere’sini sevmiştim.)

Bugünün en ağır ilerleyeni; ve sevme oranıma göre sıralamamı isterseniz sonuncu sıraya koyacağım film bu. ( en yüksek oyum ise: goes to America!) Filmin ortalarında sıkılmadım desem çok büyük yalan söylemiş olurum. Ama her şeye rağmen filmi yarıda kesmediysem; hala "çok kötü" olmama konusunda bir şansı var demektir.

Asıl beni şaşırtan ufak bir rolde de olsa Serra Yılmazı görememem ve finalinde Sezen Aksu’dan bir şarkının çalmaması.. çok alıştım ben bu ritüellere.. olmadı Ferzan!



...
İşte böyle arkadaşlar.. bugünlük benden bu kadar. Şimdi ben (uyumadan önce iyi gider diye düşündüğüm) Manhattan’ı izlemeye kaçıyorum. Artık söz sizde!


E.

14.8.14

Ölmek..

“ölmek, bir sanattır her şey gibi.”

Geçen gün Robin Williams’ın ölüm haberini alınca içime garip bir hüzün düştü. Ne de olsa bu adam benim çocukluk kahramanımdı, kahramaların ölmesine alışık değildi bu bünye. John Keating’di o, kaptanımızdı. Şiiri de sinemayı da bana sevdiren ölü ozanlar derneğiydi. Kendi hayatına nasıl son verdi, nasıl yaptı bunu? Nasıl bir cesaretti o, nasıl bir yokluk hissi? Domates keserken yanlışlıkla elimi kessem, o yara izi hiç kapanmayacakmış gibi gelir; canım yanar. Nasıl oluyor da bu denli kendinden vazgeçebiliyor insan? Nasıl oluyorda geriye bakmayı aklına getiremeyecek kadar kör olabiliyor?

Böyle işte.. ölümü üzdü, tüm ayrılışlar gibi. Bir sabah kalktım ve bir kahramanım daha öldü. Artık onlara inanmıyorum.

Sonra dün aklıma Metin Kaçan geldi. geçen yıl kendini boğaz köprüsünden serin sulara bıraktığını hatırladım. En son ne yazmıştı? “iyi bir şey olsaydı ölüm önce tanrılar ölmezdi”

Wirginia Wollf, Ernest Hemingway, Nilgün Marmara… “hayatın neresinden dönülse kârdır” demişti, kırmızı kahverengi defterde; kağan’ın “hayat yine üzülmeye değer” demesine rağmen. Köprüden önce son çıkışa kalmadan, ölelim demişti. Yaşamayı hiç hissedemeden.. 

Peki ya ölümü tanımlamaya çalışan Beşir Fuat? Ona söyleyecek söz bulamıyorum..

(gecenin bir yarısı bir gün oturup teksasta idam edilen mahkumların son isteklerini okumuştum. dün gece de yine öyle bi geceydi. tüm gece intihar eden yazarların/şairlerin yazdıklarını okudum. sonra içim karardı, uykum kaçtı.)



Peki Sylvia Plath? intihar gecesi. Bir bardak sütle bir dilim ekmek.

Bu kadının kelimeleri o kadar naif ve kaliteli ki. İnsanın içine işliyor. En güneşli günde bile Londra’nın grisinde boğuluyorsun. Hayata mutsuz olmak için gelen insanlar vardır ya, Sylvia da onlardan biri. Kendisini bir insanın negatifi gibi gören kadından bahsediyorum. Öyle basit mutsuzluk tanımından bahsetmiyorum, başka bir şey bu. tanımlayamıyorum.

“hiç yok etmeyi istediğin bir şey oldu mu?”

Sylvia Plath’ı tanımak istiyor musunuz hala.. eğer öyleyse.. SYLVİA’yı izleyin! (manik depresif atağı garanti)


*bu arada Gwyneth Paltrow’dan başkasını düşünemezdim.

E.

10.8.14

#direnelif

Biliyorum.
Herkes tatilde. Bu yaz ne çok insanı kaptırdık bodrum gecelerine.. Yurt dışına çıkan arkadaşlarımı hiç saymıyorum. Güney Amerika’dan fotoğraf koyan Daniel’i de buradan kınıyorum. Neyse..
İstanbul’da her şey olağan durumda. Arada bir Mikail’in canı sıkılıyor; bir yağmur bir hortum eğleniyor işte biz şehirlilerle.

Bugün! İşte bir Pazar günü. Sandık/oy gölgesine kaçmış sıkıcı bir İstanbul. Hava güzel; hatta türkiye siyaseti kadar bunaltıcı bir sıcak var.

Ben mi? oldukça sıradan yaşıyorum şu zamanlarda. Sosyal medya kabusum “#tatil” e rağmen, hiçbir hesabımı kapatmıyorum ve direniyorum.(#direnelif); odamda geçtim vantilatörün önüne.. yaptım kahvemi.. türkiye siyaseti çalışıyorum. Ne kadar sevimli değil mi?

Hah istanbul çok güzel gelsenize!!


(aşağıda yazdığım şeyler  deniz/kum/güneş üçlüsünden nasibini alamamış; şansızlara özel. Şuan tatilde olanlar bu yazılanlara itibar etmeyiniz.)

Merhaba!
Şimdi eğer burayı okuyorsan; ya ofiste çıldırmak üzeresin, ya trafikte cinnet geçiriyorsun (istanbuldaysan olası kuvvetle muhtemel) ya da yaz okulu denen kabusla baş etmeye çalışıyorsun, benim gibi. Malum bu işin vizesi var.

O zaman size müjde. Tüm dertlere çare çok güzel filmlerle geldim. Evet belki biz şezlonglarda yatıp kitap okuyamıyoruz, evet belki biz kızgın kumlardan serin sulara balıklama atlayamıyoruz. (laf aramızda ben balıklama atlayamam, anca çivileme işte) Ama.. bu demek değildir ki televizyondaki aptal yaz programlarına mahkumuz, bu demek değildir ki tüm yaz sıkıntıdan patlayacağız. HAYIR!

Eveeet.. başlıyoruz. Öncelikle evde maximum pencere/ balkon kapısı ne varsa bir açın. (klima varsa bu söylediklerimi dikkate almayın.) Vantilatörü çok yakına değil şöyle hafif uzağa; bir esinti yaratacak şekilde yerleştirin. (vantilatör yoksa iki pencere arasında oturun, ceryan yapsın.) Sonra en sevdiğiniz içeceğinizi hazırlayın. Yanına atıştırmalık ne varsa.. (of soğuk soğuk karpuz istedi canım galiba..) sonra aşağıda söyleyeceğim filmlerden birini açın. Pazar sineması keyfi garantisi veriyorum.

Filmler:


1.Me, Myself and Mum
Film başlarken ayna kenarına iliştirilmiş bir not dikkatimi çekti. “Don’t Forget! Carpe Diem”
Bir festival filmi aslında, ama izlemesi öyle kafanızda oluşturduğunuz festival filmi sıkıcılığında değil. İç karartıcı hiç değil. Sevimli diyebilirim hatta..

*asla kendini resmetme, asla kendini hissetme


2.The Way He Looks
Bir festival filmi daha.. arkadaşlık, kıskançlık ve aşk üzerine..
Biraz daha bilgi isterseniz şurada yazdım bir şeyler : tıktık'

*bir öpücük çaldığında nasıl iade edersin?


3.About Time
Hah bu film çok iyi.
Aslında çok öncesinde duymama rağmen izlememiştim. Bir arkadaş tavsiyesiyle izledim iki gün önce. Çok eğlendim.. (ya bu İngiliz aksanı ne tatlı)
Film zamanda yolculuk temalı; oldum olası çok severim zaman yolculuklarını. Ne değişik kavram şu zaman.. Ee biliyorsunuz karşınızda Back to the Future hayranı var. O yüzden ihtisas yaptım bu tarz filmlerde. Neymiş bu filmlerde çıkarılan sonuç: Dünyada hiçbir zaman yolculuğu birinin seni sevmesini sağlayamaz!

*Gelecek hakkında endişelenmenin, bir cebir denklemini sakız çiğneyerek çözmeye çalışmak kadar etkili olduğunu söyler.


…şimdilik bu kadar.
Ben biraz ders çalışayım..

Müzik*

E.

#2

Günlük saçmalığı..

“Telafisi en güç şey dikkatsizlik sonucu kırılan kalplerdir. İş işten geçtiğinde bütün mazeretler tedavülden kalkar, kıran da kırılan da piç gibi ortada kalır.”
Emrah Serbes, Her Temas İz Bırakır’da böyle anlatıyor..

Bu adamı içimden geçen şeyleri daha net söylediği için seviyorum galiba. Benim edebiyata bulanmış safsatalı duygularımı alıp basitleştirdiği için, vazgeçemiyorum onun yazılarından. Cici kız olmak için toplumun bize direttiği ‘küfür mü asla! duymayayım bir daha..” söz öbeklerinden onun sayesinde çabucak sıyrılabildiğim içindir belki de..

Şu dünyada kaç milyar insan yaşıyor? Rakamsal değerlere pek bi merakım yok ama 7.2 milyar gibi bir şey sanırım. Dünyaya sığmayacağız diye endişelendiğim zamanlar olmuyor değil. Ya da bu kadar ölüm varken; daha ne kadar insan doğacak? Bu işi dengeli yapsak ya.. dediğim de oldu. Bazen bu niye doğmuş ki dediğim de oldu, niye bu kadar erken öldü dediğim de. Evden baktığımda dünyayı büyük gördüğüm; yıldızları hesapladığımda dünyayı unuttuğum da çok oldu. Sonra neden dedim. nasıl dedim. niye dedim.
‘Sorgulama!’ dediler, yine aynı kişiler.. yaşam bu, çok fazla sorguya çekmeye gelmezmiş. Ben de evrene böyle kafa tutamayacağımı öğrendim böylelikle.

Sonu gelmeyen sonsuzluk işaretleri..

Bir hikaye okumuştum zamanın unuttuğu günün birinde, bir yerde.. sonu Cemal Süreya'nın bir satırıyla bitiyordu. “boynun diyorum boynunu benim kadar kimse değerlendiremez”
Bazen bu mısrayı bi yerlerde gördüğümde ya da duyduğumda aklıma hep o hikaye geliyor. Sonu şiirle biten öyküler, şiirle başlayanlardan daha gerçeksi, belki de ondan her seferinde üzülüyorum. Biten çoğu şeye üzüldüğüm gibi.. geçmişe dönüp durmaktan başım dönüyor.

Sonra diyorum.. boşversene! İnsan bazen kötü alışkanlıklar ediniyor ‘birlikte uyumak’ gibi mesela. O kadar basit ve anlaşılması çok daha karmaşık değil. Kendi kendime söyleniyorum sonra.. Duyguları abartmak tam da senin gibi edebiyat meraklılarına yakışır bir hareket, bravo!

Düşündüm. en boktan ama en yapılası aktivite. Günlerce odamda oturdum ve düşündüm.
Ve.. kendimi sürekli olarak kaybedip, aramaya çalışmayı bırakmaya karar verdim. Dünyada 7 milyar insan varken hem. Neden tüm derdim ‘ben’ olmak olsun ki?

“Daha mutsuz insanlar vardı onlarla uğraştım”


E.

7.8.14

#1


Frank Sinatra’nın o meşhur sözünü tekrarlıyordu.. “alkol belki de bir insanın en büyük düşmanıdır. Fakat incil der ki; düşmanlarınızı sevin.” Her sarhoş olduğu gecenin sonunda bu sözü yineliyordu. Tekrar tekrar.. yatakta sızana kadar, hiç durmadan.

O gece, Johnny Fontane’nin aslında Frank Sinatra olduğunu öğrendiği geceydi. New York, New York çalıyordu. En sevdiği.. elinde bir kadeh kırmızı şarap. En harika İstanbul görüntüsüne sahip balkonundan New York’tan bozma gökdelenleri seyrediyordu.. elinde bir şişe kırmızı şarap. Bilmem kaçıncı kez Mario Puzo’nun Baba’sını okuyordu; sarıya direnen gece mavisine karşı. Güneş doğarken.. masada iki boş kırmızı şarap şişesi duruyordu.

Ve tekrarlıyordu kadın.. “alkol belki de bir insanın en büyük düşmanıdır. Fakat incil der ki; düşmanlarınızı sevin.”



E.