8.6.14

Yine gel Nurettin!

“özlemişim lan seni,” dedi. “küçük faşo, gir içeri.”

Afili Flintaları bilen bilir bu hikayeyi; Emrah Serbes'i ilk kez sevdiğimiz zamanlardı. İşte onların başında gelirdi “üst kattaki terörist”. Şimdi bilenlerin yüzünde ufak bir gülümseme belirdi dimi? hayalinde canlandırdığı o küçük Nurettin'in kendinden on yaş büyük sözlerini hatırladınız mı?

Beş sene önce abisi şehit olmuş Nurettin'in, o gün başlamış kürtlere olan düşmanlığı. Tüm kürtleri terörist bellemiş, intikam yemini etmiş -7 yaşındaymış henüz- Sonra gün gelmiş üst kata kürt bir öğrenci taşınmış.. yazık Semih’e, bula bula Nurettin’in üst katını bulmuş taşınacak. Ee insan komşusunu seçemiyor tabii!


..
Bu oyunun prömiyerinden beri arkadaşlarıma yalvarıyorum. "Yahu noluur biriniz benimle gelsin, bakın valla hikaye çok güzel sıkılmazsınız; yok ya gerçekten öyle sanatsal bir metin değil gayet siyasi; ya naptın be!, siyaset okumamla ne alakası var şimdi bunun; hem Emrah Serbes yazmış hikayeyi diyorum sıkılman im-kan-sızz!; ama hadii ya insan arkadaşı için çiğ tavuk yer.."

Diye diye dilimde tüy bitti. Hem zaten ikinci kat bir. krek iki. gidemediğim oyunlar listesinde hep en baştalar. Hadi krek’in sahnesi uzak, ikinci kattan ne istedim yıllarca; ne zorum vardı bu kadar bekleyecek bilmiyorum. Sanki daha önce hiç yalnız gitmedim bir oyuna..

Neyse o dil dökmelerim sonunda işe yaradı; ee en azından boşuna konuşmamışım. Vee çok uzatmadan bileti aldık, cuma akşamı da izledik gitti. (İkinci Kat’ın Karaköy'de olduğunu biliyordum da bu kadar derinliklerinde saklandığını bilmiyordum; hiç abartmıyorum tüm Karaköy halkı seferberlik ilan etti adeta ve el birliğiyle bizi tiyatroyla buluşturdular. Buradan tüm Karaköy esnafına teşekkürlerimizi iletiyorum. İyi ki varsınız! yoksa biz 'o sokakta tiyatro olmaz ya' deyip çoktaan geri dönmüştük.)

*Oyun tek kelimeyle harika!. Küçük Nurettin'i oynayan yetenek bombası Denizhan Akbaba’ya ise söyleyecek söz bulamıyorum gerçekten. (oyun biraz düşük başlıyor gerçi ama sonuna doğru o kadar kaptırıyorsunuz ki hikayeye, sonuna geldiğinizde konuştuğunuz en son şey bu oluyor.)

Eve döndükten sonra eleştirileri okuyayım dedim, kim ne demiş, nasıl bulmuş oyunu.. gitmeden önce okumamıştım; malum bazı eleştirmenler insanın içindeki bütün şevki kaçırıp, ön yargı edinmesine neden oluyorlar. (bazı eleştirmenler pek bi gaddar oluyor şimdi doğruya doğru) Döndükten sonra okumak en güzeli! Demişler ki.. 'çocuk çok hızlı konuşuyor.anlaşılmıyor çoğu dediği' Ya Allah aşkına yapmayın, evet hızlı konuşuyor da çocuk tüm oyunu sırtına alıyor be, hızlı konuşsun kaç yazar? Bırakın hızlı konuşsun!

*anne (Banu Çiçek Barutçugil) en gerçeğiydi ama şimdi; gözlerimin dolmasına neden oldu. Yahu nasıl bir ağlamaktır o? Nasıl gerçek? Kendimi Nurettin gibi ağlamamak uğruna gözlerimi aşağı yukarı devirirken buldum; sonra bir baktım sağım solum arkam önüm.. herkes benim gibi gözlerini fal taşı gibi açmış, tavana bakıyor ağlamamak için.

*en güzel sahne! Nurettin’in üzerinde çarşı yazan sweatshirtle ağır çekimde polislere çemkire çemkire koşmasıydı herhalde. (o zamana kadar eğer hikayenin Emrah Serbes'e ait olduğunu bilmeseydim; yemin ederim o sahnede anlardım. Kesinlikle anlardım. Hem zaten bu kadar ağız dolusu ama yerinde küfür etme yeteneğine sahip ondan başka biri var mı? Sanmam.)

Gittik. Şehrimizdeki ilk yök karşıtı eylem. 26 öğrenci, iki kürt, bir türk milliyetçisi, altmış çevik kuvvet polisi, yirmi özel güvenlik görevlisi ve her an müdahale etmeye hazır takviye esnaf kuvvetlerinin katılımıyla gerçekleşti. Polisler grubu çembere alıp ellerindeki biber gazlarını sıkmaya başlayınca herkesin gözleri doldu.
Öne çıktım, “göz yaşartıcı gaz sıkmanıza gerek yok” dedim. “arkadaşlar zaten yeterince duygusal insanlar.”

Sezon bitimine az kaldıı! Haziran sonuna kadar İkinci Kat’ta hemen gidin, kesinlikle gidin, valla bak kaçırmayın! Gidin! 


E.

5.6.14

3:32''

(Yağmur en çok geceye yakışıyor; mutsuzluk gibi. Siyah eğreti durmuyor üstümde. Geceleri uyumak da iyi gelmiyor. Üstelik saat gece yarısını çoktan geçti..)

Sabah ezanına beş kala, hala uyuyamamıştı. Yatakta bir sağa bir sola dönmekten yoruldu, biraz da susadı sanırım bir çırpıda yataktan kalktı. Evdekileri uyandırmamak için ses çıkarmadan yürümeye çalışıyordu en ufak baskıdan gıcırdayan tahtaların üstünde. O kadar sessizdi ki kendi sessizliğinden korktu. Karanlıkta el yordamıyla bulduğu mutfağın ışığını açtığında, karanlığa alışan gözbebekleri büyüse mi küçülse mi bilemedi. Dolabı açtı; ama su şişesi boştu. Oysa annesi hep derdi ‘şu şişeyi boş koymayın dolaba!’ Hiç mi kimse dinlemez bu sözü? Damacanadan doldurduğu oda sıcaklığında ılımış suyu gönülsüz içti.

Boş bardağı masaya koyar koymaz sabah boşluğunda yankılanan ezan sesini duydu. Ürperdi. Oldu olası sabahları ezan sesi ona hüzünden başka bir şey vermemişti. İyice sokağı dinleştirdi; birkaç motor sesinden başka hiçbir ses yoktu ezanın o kuvvetli seslenişine arkadaş olacak. Mutfak kapısında öylece kaldı. Sokağı daha iyi dinlemek için açtığı pencere ile salonun balkon kapısı cereyan yapıyordu. Ezan çok uzun sürdü. Ya da ona öyle geldi. Bittiğinde sadece hızlı hızlı aldığı nefesini hatırlıyordu. Bozuk motorun sesiyle yaklaşan o kamyonun tangırtısını duymasa; kendi nefesi yüzünden ölecekti.  

Sonra bakkalın çırağı bağırdı. ‘Orhan Abiii! Kamyon geldi!!’


(Ve uyandı.)



E.

1.6.14

Deneme birki..

Klasik sınav haftası “ne yapsamlar” içerisindeyim. Ders çalışmamak adına verdiğim bu mücadele; her dönem olduğu gibi yine kendini tüm ihtişamıyla göstermekte. Bir kere ders çalışmak için bazı ritüellerin gerçekleştirilmesi lazım.. misal: önce bir kahve yapılır. (mümkünse en büyük kupaya konur); yanında bisküvi (kurabiye varsa baldan tatlı olur); sonra sıra ders çalışma müziği seçmeye gelir (ben tercihimi genelde playlistten ziyade albümden yana kullanıyorum, yani bir albüm sürekli dönüyor, aynı sesi duymak istemek gibi garip bir takıntım var); boş a4 kağıtlar alt alta konulduktan sonra renkli renkli kalemlerimden biriyle dersin ismi güzel bir şekilde yazılır ve sayfanın sol üst köşesine küçük bir(1)-rakamla- sayfa sayısı kondurulur (ne de olsa onlardan çok fazla olacak sırasını karıştırmak istemeyiz değil mi?); aa önemli bir kısmı atladım. İnternette üç sekme açmak da şart bu eylemin gereğine uygun gerçekleşmesi için; onlar sırasıyla: google translate, zargan vee tabii ki vikipedia:) Bu işlem de tamamsa; elif için ders çalışma vakti gelmiş demektir. Duydunuz zilin sesini!!

Amaaa.. evet burada kocaman bir ama devreye giriyor ne yazık ki. Sorun şu ki ben yaklaşık iki gündür ikinci aşamanın ötesine geçemiyorum. Yani kahve+bisküvi tamam da.. sonrası yok. Ya inanır mısınız müzik dahi seçemiyorum.. seçmekle uğraşırken bi bakmışım zaman su gibi akmış gitmiş. (arayıp yine bana ders çalışma müziği söylesene demek istiyorum ama o bile içimden gelmiyor)
İyi haber! Bugün 2.aşamayı başarıyla geçtim; müzik tamam!! Şanslı müzisyenimizzz: Jeff Buckley! Ancak şimdi oturmuş blog için bu yazıyı yazdığımı düşünürsek.. anlaşıldığı üzere diğer aşamaya geçip o a4 kağıtlarıyla buluşamadım.. Bugün de ders çalışmak kısmet değilmiş. Yarın sınav kağıdına küçük bir not düşeceğim: “yanılmışım, Jeff Buckley ders çalışma isteği değil ders çalışmama isteği veriyormuş. Hallelujah’ı dinlemiş miydiniz?”

Ee madem yazmaya başladım susmak olmaz şimdi. Başladım mı bi kez; birkaç filmden de mi bahsetsem diye düşünmeden edemiyorum..

#im Juli

Aslında bunun için ayrı bir yazı yazmayı çok istedim; her masaya oturduğumda bu film için aldığım o küçük küçük notlara bakıyorum ama ne kadar istesem de yazamıyorum. Başroldeki adamı koş lola koştan beri severim; malum meşhur alman aktör. (İsim vermiyorum merak eden herhangi bir arama motorunu kullanabilir)
Filmin rengi sarı. Evet sarı. Güneş gibi.. şarkılar da baya güzel. Neden tüm yolculuk hikayelerine bulduğum renk sarı diye düşünüyorum da; bilmiyorum galiba yol hikayelerine en çok o rengi yakıştırıyorum. Bkz!
hayatta en güzel şey bedavadır. Alın size filmden bir alıntı. Peki sizce nedir o bedava olan güzel şey?


#pazarları hiç sevmem

Ben de!! Hiç sevmem; perşembeleri de sevmem hatta. Bu iki günle alıp veremediğim ciddi sorunlarım var. Bu filmin fragmanını ilk bir sinema salonunda bir başka filmi beklerken görmüştüm. Önce oyuncular dikkatimi çekti. Melisa Sözen ile Umut Kurt ( başrolde başka bir adam daha var ama adını hatırlamıyorum; ki fragmanı gördüğümde tanımıyordum bile) sonra filmin ismi çok hoşuma gitti.  Yanımdaki arkadaşımın kulağına eğilip ‘aa bu filme geliriz; güzele benziyor’ desem de düne kadar izlemedim, hatta izleme girişiminde dahi bulunmadım. Dün izledim. (çok boş vaktim var yaa.(!)) Festival filmleri tadında; yani bir öykünün giriş-gelişme-sonuç kısmı olur ya genelde; bunda yok. Biz sadece gelişme kısmında gerçekleşen bir olaya tanıklık ediyoruz. Hikaye biraz absürt. Açıkça söylemek gerekirse ne çok güldüm ne çok üzüldüm; ama nedendir bilmem sevdim ben bu filmi. Böyle ruhu güzel; rengi güzel. Hee merak edenler için bu filmin rengi beyaz.
Sıra alıntı da.. bir tek bunu not aldım film boyunca: gel desen gelebilir mi? hıı, ne dersin?



#greetings from Tim Buckley

Son olarak; günün anlam ve önemini de teşkil eden şu önemli şahsın ve babasının filminden bahsetmek iyi olur sanki.. Henüz türkiyede vizyona girmedi; benim bilgisayarımda ise yaklaşık 2-3 aydır izlenmek için bekliyor. Altyazı bulamadığım için izleyemediğim her gün kan ağlıyordu içim. Sonra bir gün berbat bir altyazı buldum; ama yine de izledim. (neyse ki, ingilizcem anlamam da yeterli oldu, o altyazıya kalsaydım yanmıştım.)
Penn Badgley’i pek bi severim ben. Baya severim hatta yani öyle böyle değil:) Onun başrolünde olduğunu öğrendiğimde hem de Jeff Buckley’i canlandırdığını duyunca. Bir taşla iki kuş vurmanın heyecanına kapılmıştım, en doğru tabir bu herhalde. (laf aramızda Jeff için Penn’den başkasını düşünemiyorum)
Eğer Tim Buckley-Jeff Buckley seviyorsanız. Hemen izleyin, durmayın. Müzikler için yeter!
Bilmiyorum bu baba oğul mu etkili oldu, müzikler mi, Penn mi bilmiyorum. Hiç hayal kırıklığı yaşamadım, hatta etkisinden iki üç gün çıkamayıp kendimi Tim-Jeff Buckley şarkılarına vurdum.
Ritüeli bozmayalım.. renk lacivert (siyah değil). Ama burada alıntı yapmak zor; tüm şarkılar desem belki? Aa ama şöyle bir şey vardı: viskine buz koyarken, ne düşünüyordun bilmiyorum. Ben de bilmiyorum gerçekten ne düşünüyorsunuz?
Bu kadar bahsetmişken.. şunu dinlemeden gitmeyin: tıktık!




Eveet.. kahvem bitti. Yanına koyduğum eti burçak bisküvilerim de artık yok. Jeff’in Grace albümünde de başa döndüğüme göre.. Sanırım artık çanlar benim için çalıyor. Ders çalışma vakti!!
En iyisi ben bir çay demleyeyim..

E.