Klasik sınav haftası “ne
yapsamlar” içerisindeyim. Ders çalışmamak adına verdiğim bu mücadele; her dönem
olduğu gibi yine kendini tüm ihtişamıyla göstermekte. Bir kere ders çalışmak
için bazı ritüellerin gerçekleştirilmesi lazım.. misal: önce bir kahve yapılır.
(mümkünse en büyük kupaya konur); yanında bisküvi (kurabiye varsa baldan tatlı
olur); sonra sıra ders çalışma müziği seçmeye gelir (ben tercihimi genelde
playlistten ziyade albümden yana kullanıyorum, yani bir albüm sürekli dönüyor,
aynı sesi duymak istemek gibi garip bir takıntım var); boş a4 kağıtlar alt alta
konulduktan sonra renkli renkli kalemlerimden biriyle dersin ismi güzel bir
şekilde yazılır ve sayfanın sol üst köşesine küçük bir(1)-rakamla- sayfa
sayısı kondurulur (ne de olsa onlardan çok fazla olacak sırasını karıştırmak
istemeyiz değil mi?); aa önemli bir kısmı atladım. İnternette üç sekme açmak da
şart bu eylemin gereğine uygun gerçekleşmesi için; onlar sırasıyla: google
translate, zargan vee tabii ki vikipedia:) Bu işlem de tamamsa; elif için ders çalışma vakti gelmiş demektir. Duydunuz
zilin sesini!!
Amaaa.. evet burada kocaman bir
ama devreye giriyor ne yazık ki. Sorun şu ki ben yaklaşık iki gündür ikinci
aşamanın ötesine geçemiyorum. Yani kahve+bisküvi tamam da.. sonrası yok. Ya
inanır mısınız müzik dahi seçemiyorum.. seçmekle uğraşırken bi bakmışım zaman su
gibi akmış gitmiş. (arayıp yine bana ders çalışma müziği söylesene demek istiyorum
ama o bile içimden gelmiyor)
İyi haber! Bugün 2.aşamayı
başarıyla geçtim; müzik tamam!! Şanslı müzisyenimizzz: Jeff Buckley! Ancak şimdi
oturmuş blog için bu yazıyı yazdığımı düşünürsek.. anlaşıldığı üzere diğer aşamaya geçip
o a4 kağıtlarıyla buluşamadım.. Bugün de ders çalışmak kısmet değilmiş. Yarın
sınav kağıdına küçük bir not düşeceğim: “yanılmışım, Jeff Buckley ders çalışma
isteği değil ders çalışmama isteği veriyormuş. Hallelujah’ı dinlemiş miydiniz?”
Ee madem yazmaya başladım susmak
olmaz şimdi. Başladım mı bi kez; birkaç filmden de mi bahsetsem diye düşünmeden
edemiyorum..
#im Juli
Aslında bunun için ayrı bir yazı
yazmayı çok istedim; her masaya oturduğumda bu film için aldığım o küçük küçük
notlara bakıyorum ama ne kadar istesem de yazamıyorum. Başroldeki adamı koş lola koştan beri severim; malum meşhur alman aktör. (İsim vermiyorum merak eden
herhangi bir arama motorunu kullanabilir)
Filmin rengi sarı. Evet sarı.
Güneş gibi.. şarkılar da baya güzel. Neden tüm yolculuk hikayelerine bulduğum
renk sarı diye düşünüyorum da; bilmiyorum galiba yol hikayelerine en çok o
rengi yakıştırıyorum. Bkz!
hayatta en güzel şey bedavadır. Alın size filmden
bir alıntı. Peki sizce nedir o bedava olan güzel şey?
#pazarları hiç sevmem
Ben de!! Hiç sevmem; perşembeleri
de sevmem hatta. Bu iki günle alıp veremediğim ciddi sorunlarım var. Bu filmin
fragmanını ilk bir sinema salonunda bir başka filmi beklerken görmüştüm. Önce
oyuncular dikkatimi çekti. Melisa Sözen ile Umut Kurt ( başrolde başka bir adam
daha var ama adını hatırlamıyorum; ki fragmanı gördüğümde tanımıyordum bile) sonra filmin ismi çok hoşuma gitti. Yanımdaki
arkadaşımın kulağına eğilip ‘aa bu filme geliriz; güzele benziyor’
desem de düne kadar izlemedim, hatta izleme girişiminde dahi bulunmadım. Dün izledim. (çok boş vaktim var yaa.(!)) Festival
filmleri tadında; yani bir öykünün giriş-gelişme-sonuç kısmı olur ya genelde;
bunda yok. Biz sadece gelişme kısmında gerçekleşen bir olaya tanıklık ediyoruz.
Hikaye biraz absürt. Açıkça söylemek gerekirse ne çok güldüm ne çok üzüldüm;
ama nedendir bilmem sevdim ben bu filmi. Böyle ruhu güzel; rengi güzel. Hee
merak edenler için bu filmin rengi beyaz.
Sıra alıntı da.. bir tek bunu not
aldım film boyunca: gel desen gelebilir mi? hıı, ne dersin?
#greetings from Tim Buckley
Son olarak; günün anlam ve
önemini de teşkil eden şu önemli şahsın ve babasının filminden bahsetmek iyi olur sanki..
Henüz türkiyede vizyona girmedi; benim bilgisayarımda ise yaklaşık 2-3 aydır
izlenmek için bekliyor. Altyazı bulamadığım için izleyemediğim her gün kan ağlıyordu
içim. Sonra bir gün berbat bir altyazı buldum; ama yine de izledim. (neyse ki, ingilizcem anlamam da yeterli oldu, o altyazıya kalsaydım yanmıştım.)
Penn Badgley’i pek bi severim
ben. Baya severim hatta yani öyle böyle değil:) Onun başrolünde olduğunu öğrendiğimde hem de Jeff Buckley’i canlandırdığını
duyunca. Bir taşla iki kuş vurmanın heyecanına kapılmıştım, en doğru tabir bu
herhalde. (laf aramızda Jeff için Penn’den başkasını düşünemiyorum)
Eğer Tim Buckley-Jeff Buckley
seviyorsanız. Hemen izleyin, durmayın. Müzikler için yeter!
Bilmiyorum bu baba oğul mu etkili
oldu, müzikler mi, Penn mi bilmiyorum. Hiç hayal kırıklığı yaşamadım, hatta
etkisinden iki üç gün çıkamayıp kendimi Tim-Jeff Buckley şarkılarına vurdum.
Ritüeli bozmayalım.. renk
lacivert (siyah değil). Ama burada alıntı yapmak zor; tüm şarkılar desem belki? Aa ama şöyle
bir şey vardı: viskine buz koyarken, ne düşünüyordun bilmiyorum. Ben de
bilmiyorum gerçekten ne düşünüyorsunuz?
Bu kadar bahsetmişken.. şunu
dinlemeden gitmeyin: tıktık!
Eveet.. kahvem bitti. Yanına
koyduğum eti burçak bisküvilerim de artık yok. Jeff’in Grace albümünde de başa
döndüğüme göre.. Sanırım artık çanlar benim için çalıyor. Ders çalışma vakti!!
En iyisi ben bir çay demleyeyim..
E.
ahah 1'e çok güldüm. o 1i ben sağ üst köşeye yazmazsam üstüne de tarihi kondurmazsam, zaten toplanmamak için direnen konsantrasyonum hiç toplanmıyor. müzik konusuna hiç girmeyeyim zira bir süre sonra kendimi farkında olmadan boş boş ekrana bakıp kafamı ritme uygun sallarken buluyorum
YanıtlaSil1 olmadan asla:)) sen müzik seçme konusunda benim kadar maymun iştahlı değilsindir eminim, o güzel playlistlerden sonra böyle bir şeyi düşünmem bile mümkün değil, ritme uygun kafa sallama konusunda ise yüzde yüz haklısın.."ahah aynı ben!"
Sil