31.12.12

Gerçek mi kurgu mu?


Sanattan yoksun mu yaşıyoruz biz.. sanat politika halini mi almış yoksa biz uyurken.
Uyandığımda bi baktım her eleştiri bir ok gibi delmiş geçmiş sanatımı. Artık kalan şey ne benim, ne olmasını istediğim kişinin himayesinde. Gerçekten kaçan, masalları en büyülü edebiyat gibi gösteren her biri hep korkar gerçekleri gösteren sanattan. Filmden, kitaptan, şiirden, tiyatrodan.. ondandır ki en baştaki hedef onlardır, tüm cezalar onları uygulayanlardadır.. zindanıydı, hücresiydi.. sanata engel mi olur.. sanmam!

Aslına bakarsanız tüm bunlar kamçılanan tüm duyguları, daha da bir perçinler. İşte bundandır ki hep görürüz biz o gerçekleri o sahnede, o satırlarda..  ve biz unutamıyoruz bundan işte.. “sen sanma ki sanatın damağında tadı var acı bir hıyar lezzeti gibi..” der Nazım, o da hep gerçeklerden bahsettiği için değil miydi.. tüm olanlar..

Sanat sanat içindir.. yok sanat halk için diye tartışırlardır ya hep.. bi kendine bıraksanız ya şu duyguların, gerçeklerin dışa vurumunu.. bi bırakın da sadece sanat yapsınlar amacını sorgulatmadan.. hani özgürüz ya biz.. bi bırakın Tanrı aşkına..

Bu isyan nereden mi geldi.. bi oyundan taa 16.yüzyıla uzandığım saatlerden kalma.. Venedik’te ressam Galactia ile buluşuyoruz.. hükmedilen sanata direnen ressamın portresini..

Bir İnfazın Portresi.. semaver kumpanyadan bizimle buluşuyor.. oyunu izlerken dedim ki bütün bunlar nereden tanıdık geldi bana? Hangi yıldan hangi ülkeden?

ben de göreyim bi diyenler için tıktık^^ 


".. Sanatın tadına varmak istemiyorsanız, sanat kültürü almış biri olmalısınız, başkalarını canlandıran ve yüreklendiren biri olmalısınız. İnsanla ve doğayla ilişkilerinizin her biri gerçek bireysel yaşantınızın belirli bir şekilde dışavurumu olmalı, iradenizin nesnesine uymalıdır..." -Karl Marx

E.

26.12.12

Hep mutlu son!!


Jane Austen okur musunuz hiç? Ben bayılırım. 6 kitabın 6sı da ayrıdır benim için.. sonları hep mutlu sonla biten 6 kitap.. romanlar kötü başlar.. daha da kötüleşir.. ama hep sonları güzeldir. Belki de ben sırf bunun için çok sevdim bunları, kim bilir. İlk okuduğum romanı, Aşk ve Gurur ayrıdır hep.. ama beni esas etkileyen hikaye yaratılan karakterler değil, bizzat Austen’ın hikayesidir.. Becoming Jane..


                                                                                                  'Becoming Jane'

4..5.. belki de 6 bilmiyorum kaç defa izlediğimi.. düşünüyorum da sanırım ilk izlediğim andan beri yılda bir kez izledim rutin olarak:) o dönemin İngiltere’si, o naiflik, o asalet hep güzeldir ama Jane ile Tom bir başkadır başka!!

İroni gibi! Evet evet.. tıpkı bir ironideki karşıt duygular gibi, dudakta oluşan hoş bir tebessüm gibi. İki zıt karakterin tutkuyla birbirlerine yaklaşması gibi.. Kitaplarla tanışıyor onlar, onlarla konuşuyorlar.. Aslında kitaplarla tanıyorlar birbirlerini.. Bi kütüphanenin en romantik yer olabileceğini kanıtlarcasına gülümsüyor Tom. Bi dansın tüm tutkuyu, tüm aşkı herkesin gözlerinin önüne sereceğinin kanıtıdır Jane. Hem ailelere inat, hem onlar yüzünden. Hem birbirlerine inat, hem birbirleri yüzünden.. Durmayan.. bitmeyen bir aşkmış onlarınki.. Öyle bir aşkmış ki.. Austen romanlarında Tom’u bulmuş, ve hep kavuşmuş.. hep zıtlar birbirini çekmiş.. hep o meşhur ironi her romanda hınzır bir şekilde göz kırpmış.. her  romanda Ms.Austen&Mr.Lefroy aslında hep mutlu sona ermiş.

Ne zor.. yaşayamadıklarını yazmak. Özlediklerini sadece kalemle paylaşmak.. Sana ait karakterler senin mutsuzluğuna inat mutlu olurken.. ah ne ironi ama^^

Aslında Jane Tanrı’nın sevgili kuluymuş ki böyle bir yeteneğe sahip olmuş diyebilir miyiz? Sadece romanlarda bile olsa birilerini yaratmak, hayatlarını çizmek.. belki de içindeki o tarifsiz duyguyu bir şekilde hafifletmiştir. Kim bilir belki de her şey sadece yaşamak için.. ya da sadece yazmak için.. her yazdığında Tom’a yeniden aşık olmak içindi..

dipnot*: hiçbir izleyişimde bugünkü kadar etkilenmemiştim.. her karşılaşmalarında nefesim kesildi, her ayrılışlarında doldum doldum taştım..

dipnot**: söylemeye gerek yoktur herhalde ama.. hep idolün kimdir diye sorarlar ya.. benim idolümdür Jane Austen! Duruşuyla, gururuyla, aşkıyla..

dipnot***: herhalde Jane’i en iyi Anne Hathaway, Tom’u da en iyi James McAvoy oynayabilirdi. Ötesi yok..

dipnot****: her izlediğimde sabırsızlıkla beklediğim.. hiihh dediğim yer.. tıktık^^

o zamanlar hayat hem zor, hem daha da güzelmiş.. değil mi?  

E.

23.12.12

Son 21gün!

Duvarda asılı bir ilan.. “dünyanın sonu için bir arkadaş arıyorum”.. talip olan?


                                                                             'Seeking a Friend for the End of the World'

Gökyüzü çöküyor, televizyonda bir adam sürekli son günleri sayıyor, zamanı geldi! İnsanlar ölmeden önce yapılacakları listeliyor, bazıları taşkınlığın dibine vurup ortalığın altını üstüne getiriyordu. Kimse kimsenin hiçbir şeyi değildi artık. Herkes istediği şeyi yapıyordu. Neden? Yani ne istediğimizi yapamamamızın nedeni uzun zaman yaşayacak olacağımızı sanmak mıdır? Ya esas problem ne istediğini bilememekse.. kaçamayacağım bir şeyin varlığına inat koşuyorsam ben nefesim kesilinceye kadar.

Ne yani.. böyle olursa ben dünyanın sonu gelse bile hayata 15 dakika geç mi kalacağım. Olay ‘farkında’ olmaktan mı ibaret?

Düşünsene dünyanın sonuna iki hafta falan kaldı.. hepsi terk etti seni, yalnızsın! Kalan hayatında ne yaparsın? Kendini öksürük şurubuyla sarhoş mu edersin? Ya da mızıka ile resital mi verirsin? Ne yaparsın? Aşık olur musun mesela? Yeni birini tanımaya çalışır mısın?

Zamanımızı o kadar gereksiz insan için boşu boşuna harcıyoruz ki.. hanginizin hayatında “onunla asla ve asla yabancılaşmayacağım” dediğiniz var? O kadar lüzumsuz insan var ki yaşantımızda, aklımızda, kalbimizde.. gereksiz döküntü.. anlamsızca düşündüğümüz o kadar saçma sapan şeyler var ki.. Doğru insan mı? Doğru zaman mı? Doğru mekan mı? diye düşünmekten yaşamayı unuttuk farkında mısınız?

Tüm o aptalca sorular..
Dünyanın son gününde ne olacak biliyor musunuz? “Özgür kalacağız, işte olan bu!” diyor Penny. Bence çok haklı!

O halde kadeh kaldıralım hadi! Yeni dünyamızın başlangıcına!

dipnot*: plak^^ bu unsurun herhangi bir yerde karşıma çıkması benim bi durup içten bir “ahh..” çekmeme sebep..

dipnot**: Penny’nin evinin duvarında asılı olan bir tablo dikkatimi çekti.. üzerinde “keep calm and carry on” yazıyordu. Ne güzel tavsiye^^ değil mi?

dipnot***: içinde yolculuk geçen her filmi seviyorum sanırım:)Bu Dodge ile Penny’nin son yolculuğu olsa bile..

dipno****: buarada bu mızıkanın sesi çok güzel değil de ne:)

özlüsöz*: “-keşke daha önce tanışmış olsaydık, çocukluktan mesela
                -başka türlü olamazdı.. böyle olmak zorunda..
                -ama bu kadar zaman yetmez ki bize..
                -hiçbir zaman yetmeyecekti!”

E.

20.12.12

6 ay sonra.. Viyana'da!!


Ama sabah olacak.. ve biz balkabağına dönüşeceğiz..

                                                                                 'Before Sunrise'

Avrupa’da bir trendeyim, yolculuk Paris’e. Açmışım kitabımı okuyorum.. ama bi alman çift kavgası beni rahatsız ediyor ve koltuğumu değiştiriyorum.. sağıma bi bakıyorum yakışıklı bi çocuk.. tipik Amerikalı ilk görüşte anladığım.. bana ne okuduğumu soruyor, kitabımı gösteriyorum. Sonra yemek yiyelim diyor, kendimi yemek vagonunda buluyorum. Viyana’da ineceğini söylüyor- tıpkı tahmin ettiğim gibi olan Amerikalı çocuk- .. sohbet ediyoruz.. devam ediyoruz.. sonra tren Viyana’ya varıyor.. aheste aheste duran trene inat hızlı bir şekilde çantasını almaya gidiyor çocuk.. sonra aynı hızla geri dönüyor.. kendimi trenden inmiş viyana sokaklarında gülerken buluyorum.. adını soruyorum Jesse diyor. İşte gün doğmadan viyana maceram böyle başlıyor, tam olarak.. -keşke adım Celine olsaydı^^-

İlişkilerde en sevdiğim kısım.. aralıksız soru sorulan dakikalar, saatlerdir.. soru sorma zamanı! Dürüstçe, aniden verilen çat pat cevaplar! Ön yargısız, önceden planlanmamış.. kurgusuz.. mesela biri sorsa şimdi.. “hiç aşık oldun mu?”.. ani cevap: hmm.. şey.. kem küm.. yani bilirsin işte.. nasıl anlatayım.. evet.. ama nasıl deme! Nasıl anlatılır ki.. aşk şey gibidir.. bilemiyoruz! Birine daha önce onu sevdiğimi söyledim.. bu tamamen umutsuz bir şey miydi, özverili, çıkarsız.. yoksa çok bencilce bir sevgi miydi? Genel bir şey miydi? Yoksa spesifik bi an mıydı? Pek sayılmaz.. şey ne bileyim işte.. aşk karmaşıktır! (tam da böyle ‘şey’lerin çoğunlukta olduğu bir yanıtla karşı karşıya kalırsın.. önceden bu soruyu bilseydim ne edebiyat yapardım ama.. ahh!)

Bazen hiç kendinizi davetsiz bir misafir gibi hissettiniz mi? Bir arkadaş topluluğunda, sevdiğiniz adamın yanında, evinizde ailenizleyken, iş yerinde siz geldiğinizde susan kalabalığın ortasında.. hayatta.. hiç davetsiz bir misafirin yaşadığı o mahcubiyet ile hayal kırıklığını yaşadınız mı? Jesse’nin  bundan bahsettiği andan beri düşünüyorum ben.. acaba? Heh bir tane geldi aklıma.. bi tane daha.. evet o da öyleydi.. aa tabi ya burada da öyle olmuştu, hay aksi bir tane daha…

Size bir soru daha “pek de sevmediği kişilere neden insan kafayı takar?"...   
          
Ben başka yere bakarken sen bana bakıyorsun.. ben sana bakarken sen başka yere.. fonda bu müzik mi çalıyordu? tıktık^^ Jesse ile celine arasında göz göze gelememe oyunu oynanırken…

Son soru.. “neden herkes ilişkilerinin ebediyen sürmesi gerektiğini düşünür ki?”.. olmayacak hayallere kapılmak yok! Bir gün ise bir gün.. bir yıl ise bir yıl demek bu kadar zor mu? Niye? Bir şişe kırmızı şarap, iki kadeh ile sadece en harika gece önemsense; düşünülse daha mutlu olunmaz mı?

Film ana fikir olarak tüm o çıldırtıcı sorularla 97dakika boyunca bunu aşılasa da nafile.. sonunda ne mi oluyor?
… “bugün 16 haziran.. 5 yıl sonra burada.. yok çok fazla.. 1 yıl sonra.. hayır 6 ay sonra.. dokuzuncu platformda saat 6da.. 16 aralıkta.. viyanada!”…

dipnot*: demek ki neymiş.. biz insanoğlu öyle bugünlük deyip bırakamıyormuşuz.. hep olsun hep!

dipnot**: son sahnede tüm gece gittikleri yerleri boş görmek hüzünlüydü ya.. geceki masal kaybolmuş.. her şey balkabağına dönmüş gibi..

dipnot***: interrail yapma hevesimi artırdı ne yalan söyleyeyim şimdi gece gece! Az kaldı Avrupa bekle beni^^

özlüsöz*: “akıntıya tutulmuşuz, ben seni taşırım sen de beni…”

“şehrin tüm saatleri senin için çınlamaya başladı
Zaman seni kandırmasın, zamanı fethedemezsin
Acılar ve endişeler içinde hayat akıp gider öylece
Ve zaman oyunu oynayacaktır
Belki yarın belki yarından da yakın”

E.

17.12.12

Küçük efendi'm -Hobbit'm-


Buçukluk cesareti hepimizde olsa keşke^^

Evet evet.. Bilbo Baggins’ten bahsediyorum.. nam ı diyar hobbit:)




Bugün aldım yanıma iki değerli arkadaşımı, taktık 3D gözlüklerimizi.. vee kapandık sinema salonuna.. hem de 3buçuk saat. (buçuk deyip geçmeyeceğim bundan gayri gördük buçuklukların neler yaptığını:)) Neyse işte..  uff bu kadar saat çekilir mi.. yok benim belim ağrır, yok başım ağrır, yok acıkırım, yok susarım, yok sıkılırım gibilerinden sözler duyar gibiyim. Duymamış olayım! Hiç anlamıyorsunuz bile.. misal ben hava aydınlıkken salona girip karanlık bir çıkış gerçekleştirdim. Sorun saati hiç dert ettin mi diye.. sorun! –eve giden otobüsüme yetişmeye çalışana kadar saatler dakikalar benim için pek önemsiz olmuş, adeta orta dünyada kalakalmıştım-

Film içeriğinden bahsedemiyorum maalesef.. zaten ben de öyle bi hal vardır ki.. bu fantastik filmleri anlatamam! İzlemesini pek sevdiğim bu filmlerin anlatıldığında aynı büyüye sahip olduklarına inanmıyorum, ondan herhalde. Büyü demişken Harry'i anmadan geçemeyeceğim.. ah ah Hogwarts…
Ama şunu demeden geçmem…. O meşhur, dillere destan yüzüğün Baggins’in cebine girdiği sahneyi pek bi sevdim.. hele bilmeceler^^

İşte.. burnuma burnuma gelen patlamış mısırın kokusuna, kahve kahve diye beynimin zonklamasına  inat pür dikkat izlediğim Hobbit’den az biraz bahsettim.. gönül isterdi ki daha uzun güzel bir yazıyla burada olayım ama.. elimden bugünlük bu kadarı geldi.. yazmasaydım çok fena aklım kalacaktı:)bu seferlik böyle oluversin..


Bilbo Baggins^^

dipnot*: müzikler harikaydı..

dipnot**: önce kitabını okumadığıma çok pişmanım.. en yakın zamanda tüm servetimi döktüğüm kitapçılarımdan birine gidip bu eksiği tamamlayacağım.. söz!

dipnot***: kahve diye bağıran iç sesimi arkadaşlarım da duymuş olsa ki sinema çıkışı filtre kahveme kavuştum^^ vee.. filtreylen çikolatalı kekin uyumunu bi daha bi daha benimsedim tabi:) –yanına bi de arkadaşlarımla yapılan extra tatlı dedikodu eklenince tadından yenmedi.. mm^^-

dipnot****: vee en son haberim size.. filmden önce en sevdiğim şey fragman izlemektir.. bayılırım film öncesi bu 15dakikalık seansa:) işte bugün izlediğim bi fragman beni benden aldı götürdü.. çocukluğumdan bugüne.. benim için gelmiş geçmiş en büyük süper kahramanım.. clarkkent’m^^.. süperman’m.. geliyormuş!! Benim gibi düşünenlere müjdemi vermiş oldum böylece, sevgiler..:)

E.




15.12.12

1fincan kakao?


Kasımı geçemediğim, aralığa alışamadığım, ocağı beklemediğim şu günlerde yine bir playagain ile daha sizlerleyim:)


                                                                                                                   'Sweet November'

Dün gece oturdum, bir türlü uyku tutmadı dedim ki bi film izleyeyim.. düşündüm düşündüm… (yalan!)

Dün tüm gün gece film izleyeceğimi biliyordum, hatta ne izleyeceğimi de biliyordum. Takvimdeki tarih aralığın 15ini gösterse de ben 1 Kasım deyiverdim..  gece 3  sularında çektim battaniyeyi üstüme, aldım laptopu kucağıma, taktım kulaklığı, başlattım filmi.. sweet november!!

Aradan uzun bir zaman geçtiğini filmin ilk sahnesinde.. “aa böyle miydi ya burası” dediğimde anlamış bulundum.  Aradan uzun bir zaman geçse de etkisinin aynı olduğunu filmin sonunda zaten biliyordum.

Hayat nedir diye sorduğumuzda hep kendimizi düşünürüz dimi? Sanki hayat kendimiz, biz olmasak yaşam olamayacak gibi bahsederiz hep. Şu dünyada sırf bundan ötürü diyebilirim ki en bencil yaratıklarız biz övünmek gibi olmasın.. ama esasında gerçek öyle değildir. Bunun farkında olmamız da bizi en akıllı yaratık yapıyor böylece.  Hayat aslında hiç durmaz, hiç gecikmez, hiç yorulmaz.. sürekli olarak etrafımızda gerçekleşir. Zamanı durduracağımızı düşünmek ise.. her halde yüzyılın yalanıdır!

Aşık olmak… hep tartışırız ya hani. İlk görüşte aşk var mıdır? Çok erken değil mi daha evlenmek için? Onu mu buldun bula bula? Ben nasıl ona aşık olurum? Henüz birbirimizi tanıyalı 1 ay oldu, çok yeni değil mi? 1 ay… “anlamlı olacak kadar uzun, ve sorun çıkarmayacak kadar kısa” –öyle diyor Sara.. ben demiyorum! Elçiye zeval olmaz^^

Saydığım tüm o sorular ya kendi kendimize sorduğumuz, ya da çevremizde çok duyduğumuz şeyler değil de ne! Biz hep kuralları koyup koyup, onları ihlal etmemeye çalışıyoruz farkında mıyız? Bu kurallar bizim aklımızın oyunu.. sözde en akıllı yaratıklarız ya biz.. olmaz olası..

Ama gel gör ki.. insan kendi kurallarını an gelir ihlal edebilir. Hem de bir an olsun düşünmeden, ya da düşünmek olsun diye düşünerek.. ne fark eder… bir bakarız ki kuralsızlığın kuralını oluşturuvermişiz.

dipnot*: Nelson’un en güzel hediyesi kendi sesi değil de ne:)

dipnot**: her şey 1 fincan kakao ile başlamadı mı?

dipnot***: dün gece rüyamda bile kasım’da kalmışım ben.. film etkisi diye buna derim:)

özlüsöz*: “hayatımı yaşıyorum, üstelik geç kaldım”

veee en can alıcı darbeyi en sona sakladım. Önce bir tıktık^^ ve gözler kapansın…

E.




11.12.12

Enginar kalbi^^


(Şimdi öncelikle bu yazıyı okumadan önce bi tıktık^^.. sonrasında.. bu müzik eşliğinde iyi okumalar dilerim efendim:))

                                                                                                                       'Amelie'

Bugün günlerden 10 Aralık/ saat: 17.30
Bilmem kaçıncı kez Amelie seanslarımın sonuncusuyla sizlerleyim.

Herkesin mutsuz anlarında yapmayı sevdikleri, her ne olursa olsun gülebilecekleri, sakinleşebilecekleri bir şeyleri vardır. Amelie gibi taş sektirmekten değil belki de, ya da tatlının üzerini kaşıkla kırmak değil  ama.. ben yazdıkça rahatlıyorum, yazdıkça dökülüveriyorum; saçılıyorum her yana. İçime hapsettiğim her şey ani bir dışa vurum yaşıyor, kelimelerin sayesinde.

İşte bir diğeri de.. bu kızı izlemek. Bu müzik eşliğinde, Fransa’da. -İki değirmen cafede- Cafelerde geçen filmleri pek severim, beni az biraz tanıyanlar bunu da bilir nedenini de^^ ama tabi durum bu filmde iki kat üç kat diye katlar her şeyi.

Çocukken zaman çok çabuk geçer. Hayallerimle küçük dünyama büyük rüyaları tıkıştırdım ben hep küçükken. Tıpkı o bitmeyen resimde elinde bardak tutan kız gibi, resim dışındaki her şeyi düşündüm. Hep senin gözün çok yüksekte, heyy uçtun iyice!! Gibi tepkilere maruz kaldım bu yaşıma kadar. Bitti mi? Hayır:) Hala uçuyorum, iniş gerçekleşemedi. Sanki uzaklardayım gibi, farklı dünyadanmışım gibi sanki.. ya da farklıyım sadece, anormalim belki.

Mesela hep bi telefon kulübesinden gelen çağrıya cevap vermek isterim, bilmediğim sokaklarda kaybolmayı kayboldukça keşfetmeyi  keşfettikçe.. diye süren bir felsefem vardır, yalnız olmaktan hem rahatsız olurum hem mest olurum, kahve+çikolata her daim iş görür, film karesinin her hangi bir köşesini ucundan göreyim işte koptuğum an, NewYork^^, 1950s, Bülent Ortaçgil mesela nereden geldiği önemli değil sesi duyduğum an mıhlanır kalırım, en sevdiğim bayram bende olmayandır mesela(Christmas), en sevdiğim renk diye bir şey yoktur mesela sadece benim renklerim vardır, 45lik takıntısı vardır eskileri severim hep; vintage diyorlar ya heh! O işte:), modadan pek anlamam başkasında sevdiğimi kendime yakıştırmam, acayip hayalperestim mesela al beni vur Amelie’ye o derece.

Gerçekle yüzleşmek neden isteyeyim ki? Hiç eğlenceli değil.. hatta çoğu kez sonu hüsran, ağlamaklı falan bi mod değil mi? Hayal dünyamdan gerçekliğe geçerken, hep kendimi korku tüneline binmek için jeton almış bir çocuğa benzetirim. Korkar ama çaktırmaz, gururlu-cesur bir edayla bam güm girer tünele; sıkar dişlerini, tırnaklarını avucuna geçirir, gözünü kapar. Karanlıkta fark edilmez ama rengide atar en esasında. Tünel eni sonu biter tabi.. çocuk çıkar.. yürür anne babasına.. temiz havayla birlikte elleri gevşer, ağzı hafiften açılır, ciğerleri havayla dolar-taşar. Bi gülümsemeyle bakar ebeveynlerine.. kim bilir hangi ödülü kapmak içindir bu maskeyi takınması. Dondurma mı? Dönme dolaba ikinci bir bilet mi? Kim bilir^^

Hep koş derler, git, hadi ne duruyorsun! Yakala zamanı, yakala onu! Cesur ol ya biraz, hadi hadi.. ama bir şeyi bilmezler, ya da bilmek mi istemezler anlamam bir türlü.. Sen koşarsın ama O istemezse asla yetişemezsin.. Ya da sadece yıldızların olduğu yere gitmek istersin.. Temiz! İmkansız bir mutluluk çabası diyeyim şimdiden.. umudunu baştan kırıp attım belki ama.. gerçeklerden bahsediyorduk dimi?

Hayat sonsuz tekrarlardan ibarettir.. benim Amelie’yi tekrar tekrar izlediğim gibi, ya da aynı yemeği tekrar tekrar yememiz gibi, ya da aynı hatayı, aynı lafı, aynı cümleyi… Matematikten hatırlarım bu sonsuzluğu ben, önceleri çizmesi zor gelen simgenin yan sekiz olduğunu bulduğumuzda çok mu mathaf bir şey yapmıştık ya sahi.. Sonsuzmuş işte.. Hayat bu, öyle parmak hesabına gelmiyor pek. 1 kere yaptım, yok 2 oldu, öhh 3. kez mi daha neler… bu hayatta geçersiz eleman, olmuyor etkilemiyor. Matematikteki ‘0’ misali… Ya yeri gelmişken bu 0’ın hali ne olacak, ne acınası, ne silik bir karakterdir böyle..

Neyse işte.. nereden nereye geldim ben böyle. Amelie diyordum ben en son.. benim mutlu olmak için kendime arada hatırlattığım başucu filmlerimden.. bunca zamandır burada yazısının olmama sebebi ise yazdığım hiçbir şeyi beğenmemem. Bugüne kısmetmiş! Bunu sevdin mi şimdi? Bu mudur yani diyenlere gelsin… ben hep doyumsuzumdur/ huyum kurusun!


dipnot*: havalardan bahsetmek, zamanı unutturuveriyormuş bize. Deneyelim bi.. şu sıralar parçalı bulutluya inat yağan sağanak gibiyim.. aa dur yanlış oldu hava mı ben mi.. neyse..

dipnot**: bugün mutluluk seansımın daha erken olmasına rağmen yayının bu saatte yapılmasının sebebi.. seanstan sonra başıma gelen birkaç bürokratik yazışmanın getirdiği mutsuzluğun dibine dalma durumum. Neyse ki playlist’mdeki Ortaçgiller beni kendime getirdi^^

özlüsöz*: “iki sıradan insan al, onları birbirlerini sevdiklerine inandır ve kaynamaya bırak. her zaman işe yarar”

özlüsöz**:”sensiz şu anki duygularım sadece geçmişin kuru bir kabuğu olabilir”


E.

27.11.12

Şimdi düşünme!


“seni o kadar yakından görünce,
keşke yalnız bunun için sevseydim seni..”

Nasıl hatırlamam? “her şeyin geçip gittiğine, yaşadıklarımızın geçmişte kaldığına kim inandırabilir bizi? Anılarımızı avuç dolusu su gibi her sabah yüzümüze çarpmanın işe yaramayacağına kim inandırabilir?”


                                                                                                'Bizim Büyük Çaresizliğimiz'

Her şey tam da şimdi yaşanıyor. Unutulacak dediğimiz, kabullendiğimiz, gözlerimizi yumup nefesimizi tuttuğumuz o an tam da şimdi yaşanıyor. O gittiğinde, umut bittiğinde, iki arkadaşın aynı kıza aşık olma hayalinin gerçekleştiği bugün her şey bitmişti artık. -Ender ile Çetin için gözleri kapalı yürümenin vakti yine gelmişti. -tatlı tatlı baş dönmesi eşliğinde Nihal yokluğunda-

Peynir ile reçeli birlikte yiyen -kendilerini ağız tadı gelişmiş olarak tanıtanlar- kimseyi anlamamışımdır. Neden tatlıyla tuzluyu karıştırmaktan bu kadar zevk alırlar bilmem. Ama şu bi gerçek ki.. sevenler sevmeyenler diye biz insanoğlu bölünmüşüz adeta; o kadar vahim bi mesele halini almış bu reçel+peynir. Bir kahvaltı sofrasında Nihal’in Çetin’in tarafına geçmesi gibi…

Şimdi hatırladım da ben de bir taraftım bi zamanlar bi yerde.. lisedeydim.. lisedeyken belli başlı tartışmalar yaşanır. Dönersin dolaşırsın aynı şeyleri konuşursun bıkmadan usanmadan. Hatırladığım.. bi yaş mevzusu vardı mesela.. “22 yaşına girdi.. 22 yaşını doldurdu..” hiçbir zaman sonuca ulaşmayan amansız tartışmalar, havalarda uçuşan matematik hesaplamaları.. bi de işte bu meşhur reçel+peynir tartışması vardı ki sormayın.. sevenler sevmeyenler… nedenler niçinler… “ekmekte tuzlu reçeli onun üstüne sürüp yerken iyi” diyeni bile vardı, tartışma uzar uzar.. taraflar renklerini belli edince bi kaç savunma bi kaç sataşma ile son bulurdu. Bir dahaki sohbete kadar… herkes kendi tarafında kendini anlatamamanın çaresizliğiyle kalakalırdı. O zamanlar.. bizim büyük çaresizliğimiz aynı tarafta olamamaktı belki kim bilir?

Hayatı, büyük çaresizliklerini sonunda anlamışlardı işte.. ikisi de sevmişti.. hep de umutsuzca -garip- sonunda içlerinde oluşan nedenini bir türlü bilemedikleri isyanı patlatmışlardı bir kere.. havaalanında arkasından el sallarken, ya da odasına yerleştirdikleri langırt masasında kıyasıya maç yaparken.. ya da kızarmış ekmeğine sürdüğün peynir üstü çilek reçeli anlatacak onu sana?

Sonra yine bahar gelecek.. yaz gelecek.. Tekrar eden şeyler bizi tekrar tekrar sevindirecek…

“uzaklardaydın, oracıkta öbür kıtada
keşke yalnız bunun için sevseydim seni..”

E.

26.11.12

Life Menu!!


“eğer tüm hayatınızı kontrol edebileceğiniz bir uzaktan kumandanız olsaydı ne yapardınız?”

Daha fazlası.. daha da fazlası..

Bazen hayatımı geri sarmak isterim, mesela nostalji olsun diye baktığım fotoğraflar.. onların çekildiği an.. pat diye ışınlanmak isterim. .hep pişmanlıklar vardır ya onları düzeltmek isterim.. hep geçmiş özlenir.. ‘ah’lanır ‘vah’lanır.. ‘keşke’ler havada uçuşur.. bi an geri dönüp bi daha bakmak isterim. Nasıl?..

Bazen hayatımı ileri sarmak isterim, tıpkı geleceğe dönüş filmindeki gibi:) hep bi sonraki günü bi sonraki ayı bi sonraki seneyi düşünürüm. Ne olacak nasıl olacak diye diye günümü kaçırırım. O lanet olası plan program düzen olayını kim çıkardıysa başımıza, hayatımı hep bi plana oturtmaya mecbur hissederim. “carpe diem” benim için bi ölü ozanlar felsefesi olmaktan öteye geçemez bir türlü. Asla sonunu düşünmeden bir şeye kalkışamam. Neden?..

Bazen hayatımı durdurmak isterim, en güzel anında. O anı durdurup başa sarmak. Tekrardan tekrardan… en sevdiğim dakikalarda saatlerce kalmak isterim. Onunla onlarla kendimle orada burada.. her neyse ne değilse.. bazen durup olanı biteni sindirmek isterim.. benden hızlı giden hayata inat bi durup nefes almak.. Nasıl?..

Bazen hayatımın sesiyle oynamak isterim, kısmak-açmak. Anlamsız gereksiz ne varsa yaşamımda hepsinin sesini kökten kesmek isterim. Beynimde oluşan gereksiz bilgi yığınını önlemek için.. kimi an da gelir ki.. uzağımda olan her şeyi öğrenmek isterim. Sesinin yükseltmek..yükseltmek..  Neden?..

Bazen hayatımın ana menüsüne girip..

                                                                                                                                    'Click'

Olmuyormuş. Değil mi Newman? Bi click ile hayatın kurtulmuyormuş. Aksine..
Kaçıyormuş..
Unutuluyormuş..
Üzüyormuş..
Her şey o şarkıyı hatırladığın an gibi olmuyormuş. dinle^^

Bi kumandam olsa..
*aman almayım ben.. teknoloji özürlüsü olarak .. rüyalarda buluşalım biz en iyisi^^

E.

9.11.12

Part 3.. Woody!!


Evet.. bi Woody Allen yazısıyla yine buradayım. Eskileri için tık tık^^ ve bir daha tıktık^^



Benim woody allen la olan karmaşık ilişkimi bilen bilir. Aslında ilk önceleri pek sevmediğim bu sempatik adam şimdi bambaşka.. kendimi Manhattan’ı Paris’e taşıyan Alice gibi hissediyorum adeta..  durum vahim her an odamın kapısına bi Allen posteri asıp, sohbete başlayabilirim. ^^ neyse..

Ama her filmini sevmem şimdi.. bazen filmi severim ama bazı sahneleri vardır, buna burada şimdi ne gerek vardı ki derim.  Ya da filmi genel sevmem.. olabilir yani illa gülü seven dikenine katlanacak klişesi kabulüm olacak değil.:) Şimdi absürt bi adam bu Allen vesselam. Her filmine bi animasyon bi bir şey koymasa olmaz. Fransız filmlerinde genellikle rastlaştığımız masalsı anlatım, Woody Allen filmlerinde tavan yapar.. seyirciyle hep bi sohbet havasında olan, sanki masal anlatan aileden biri gibi..

En son Allen yazımdan bu yana ona ait kaç film izledim bilmiyorum.. hele son zamanlarda cidden Alice gibi olacağımdan kuşkulanmama sebep olacak derecede içli dışlı olmuş durumdayım.  Ben diyorum ki.. unuttuklarım olmuşsa eğer yok sayın… size Allen’a ait dört filmden bahsedeceğim. Başlıyorum...


En sondan başlamak hep en iyisidir deyip..

Bugün uzun bi aradan sonra dvd lerimden kafamı kaldırıp yılan hikayesine dönen sinema ziyaretimi gerçekleştirip to Rome with love ile buluştum. – o kadar zaman olmuş ki.. sinema fiyatlarını unutmuş biz iki arkadaş film öncesi bir dumur olma seansı yaşadık ki somayın gitsin- maddi olarak yaşadığımız küçük sarsıntımızdan sonra kendimizi bıraktığımız Roma sokaklarında dolaştık, güldük, eğlendik, kaybolduk.. falan filan.. o arada Roma’ya olan aşkım depreşti tabi.. İspanyol merdivenlerinde oturamadan ölmeyim diye içimden geçire durayım… o İtalyanca nasıl güzel dildir diye sorarım. Ayrıca da belirtmek isterim ki.. bi dile ondan başka bu kadar hız yakışmaz..:) bi İtalyanca kaldırır bu hızlı konuşmayı bir de Woody Allen^^



1 öncesi;
Match Point; yine Scarlett ve Scoop’tan sonra yine benzer bir tür karmaşası filmi. Romantik başlayan ve sonrasında gerilim yaratan cinsten, ki bence senaryo harikası  bi 124 dakika.. klasik Allen tarzı diye nitelendirilen, masalımsı hikayelerden hoşlanmayanlar bunu bir izleyin de.. bu yaşlı adama hemen haksızlık etmeyin.. hatta keşke azcık biraz da olsa filmde onun o sempatik suratını da görseydik.. o heyecanlı konuşmasını sıkıştırsaydı keşke filmin ucuna köşesine.. olmuyor böyle.. Alıştırıyor kendisini kamera önünde sonra pat kamera arkasında.. olmuyor böyle Allen!!








2 öncesi; 
Bu tozlu raflardan çıkan bi film.. bana bu adam hiç tarzını değiştirmemiş be kardeşim dedirtti. O kadar yani.. Annie Hall’dan bahsediyorum. Bu sefer beyaz perdeye yeni çıkan allen. Öyle şimdiki filmlerinde olduğu gibi bi görünüp kaybolmuyor. Bildiğin esas oğlan. Aynı her zaman olduğu gibi tüm film boyunca seninle konuşuyor. Adamın var bi derdi. Onu dolaylı olarak değil de açık açık konuşarak anlatıyor. Absürtlük desen var, gereksiz bazı konuşmalar desen var.. arada öh yani bu kadarı da saçma dediğin anlar olmuyor mu.. alası var:) ama yine de iyiydi be. ( o her ne kadar açıklamaların da, sözlerinde aksini düşündürtmeye çabalasa da) bence onun suratındaki o sempatiklik.. izletir kendini . üzgünüm be Woody’cim o yüzündeki ifade seni hiçbir zaman aykırı göstertmiyor. Olmuyor!

3 öncesi;
Bu Woody Allen'ın olmayan bir Allen filmi!!
Başta da bahsettiğim Paris-Manhattan.. vizyona girdiği ilk hafta hemen gidip izlememe rağmen gün bugün olmuş ben daha yeni yazıyorum ama.. bu filmin güzelliği hakkında noksan bir yorum  yapacağım anlamına gelmiyor tabi.. . Manhattanı çok sevdiğimden midir yoksa filmdeki esas kızın allen a olan hayranlığını sevdiğimden midir ya da yine esas kızın odasındaki konuşan woody allen posterine olan hayranlığımdanmıdır bilmem. Ama ben bu filmi pek bi sevmiştim:) yani her an benden yeni bir proje doğabilir..  mesela… manhattan in İstanbul gibi ? yani böyle bir şeyle olur da karşılaşırsanız şaşırmayın diye dedim.



Daha hatırlamadığım.. izlediğim ama yazmayı unuttuğum ne bileyim.. vardır mutlaka.. artık aklıma geldikçe ekleme yaparım:)

Burada bu kısa Woody Allen dosyamı onun bir sözüyle kapatıyorum.. “Bir adam çok güzel bir şarkı söylerse mest olursun. Hiç aralıksız söylerse, başına ağrılar girer.”

E.

6.11.12

Oyun molası..


(Bi oyunu okuması ayrı izlemesi ayrı zevktir.. Samuel Beckett'ın Godot'yu Beklerken'i ayrıdır tabi!! herzaman.. yazdıklarımı karıştırırken tozlu klasörlerden çıkardım aşağıdaki cümleleri. yazmışım bi zamanlar işte.. ne önemi var:))




Godot’yu beklemek gibi bir şey olsa gerek bu da işte.. yaprakları dökülmüş bir söğüt ağacı gölgesinin himayesi altında..

Güneşe çıkmaktan bi o kadar korkan, bi o kadar da gölgede diken diken olmuş üşümüş kollarını ısıtmak için güneş ışığına ihtiyaç duyan genç kızın dramı..

Hep en iyisini, hep kurtarıcıyı bekleriz. İnanırız ki hepimizin hayatında bi Clark Kent var ve her an bi telefon kulübesinden süperman olarak hayatımıza dalış yapacak.  Süper kahramanların gerçekliğine inanırız biz taa küçüklükten beri.. oysa ki rüyalarımızı, oyunlarımızı süsleyen kırmızı pelerinli kahramanlar şimdilerde yerini hayal kırıklıklarına bıraktı.

Yani çok oldu inançlarımızın suyunun çekildiği, o yıllardan uzaklaşalı. Prenslerin, kahramanların varlığının sadece masal kitaplarında olduğunu biz büyüyünce öğrendik. Ama sonuç? Değişen bir şey yok gibi.

Ben hala Godot’yu bekliyorum mesela.. hayatın anlamsızlığından kurtarması için.. bi amacımın olması için.. sırf onun için sabrımın sınırlarındayım şu sıra..

Yani anlayacağınız o söğüt altına mecburum ben yaşamak için..

Ne diyordum ben…
Bir türlü gidemiyorum buralardan.. hayat işte..

E.

5.11.12

Show me the movie!!!


“eğer kalp boşsa, aklın bir önemi yoktur”

Hiç bi kalp atışını dinledin mi? Her şeyi bir kenara bırakıp sadece o ritmi hissettin mi? Dıp dıp.. dıp dıp.. ve ya daha hızlı, daha heyecanlı, daha farklı.

Hiç ya durursa diye endişelendiğin bi kalbi dinledin mi? Elini o kalbin üstüne koyup, gözünü kapatıp o sesi hissettin mi? Dıp dıp.. dıp dıp..

Kazanmanın ucuz olmadığı, paranın var olmak için birincil amaç olduğu şu zamanda.. ne ucuz şeylerden bahsediyorum değil mi? İtiraf edin, neden bahsediyor bu kız dediniz.. yalan mı? Kalp mi kaldı bu zamanda, sevgi mi kaldı, dostluk mu kaldı… tanrı aşkına kalp atışı dinlemektense borsa akışını izlemek daha iyi değil mi.. diyenler..

Ah.. o kadar fazlalar ki.. birbirlerini yargılayanlar, arkadan kuyu kazanlar, yalan kuyusunda yüzenler, yüzüne gülenler, arkandan tüm acımasızlıklarıyla konuşanlar.. güvensizler, suratsızlar, kalpsizler.. söylesenize bu insanların aklı olduğu doğru mu? Hani kalp boşsa akıl önemsizdi.. hani hep iyiler kazanırdı.. hani yalancının mumu yatsıya kadar yanardı.. ya sahi.. onlar masaldı!!
Sadece gece söylenen, kırmızı başlıklı kızın hikayesiydi.

.. şöyle bir gerçek vardır hani.. her öğüdün sonunda ünlem gibi durur. “hayat kaldığı yerden devam eder”

Radyoda şarkı tutmak gibi. Her yeni şarkıda bir umuda bağlanmak gibi..


İnsan beyninin ağırlığı 1300-1800gr arası bir şeymiş. düşün! Senin hayatını değiştiren, yol veren, tüm rotayı şekillendiren şey.. sadece ortalama 1500gr’lık bir şey. Peki ya kalp ağırlığımız nedir? Kadınlarda ortalama 200-280gr iken, erkekte 250-300gr arası değişir.

Şimdi maddiyata, maddeye, nesnelliğe, somutluğa inananlara sesleniyorum. Eğer her şey böyleyse yukarda verdiğim gereksiz sayısal veriler neyi gösterir, neyi kanıtlar bir söylesenize. Sayısal verilerden ayrıldığımız, ruhumuzun gerçekten ruh gibi olduğu, hislerin gerçekten hissedildiği bir evrende olamaz mıyız? Yok mudur hiç gerçekten istediği gibi yaşayan bir tanrı kulu? İstatistikler dışında bir yaşam olsun diyorum, çok mu?



                                                                                                                              'Jerry Maguire'

İşte  bir de.. böyle hayatlar var.. istatistikler dışında yaşamını sürdürmeye çalışan. Filmler* var^^ bir Jerry Maguire var mesela…

dipnot*: o Ray denen çocuk.. ne tatlı şey öyle!!:)

dipnot**: Tom Cruise gülümsemesi diye bir gerçek var.. evet tüm gerçekliğiyle hem de^^

özlüsöz*: “help me help you!!!!”

E. 

17.10.12

2. bir şans..


                                                                                              “500 days of summer”



Şimdi öncelikle bu bir tanışma hikayesidir.. aşk hikayesi değil.
Hem zaten “aşk” kelimesinin anlamı nedir? Bir hayal ürünü, bir yanılsama, bir rüya, bir masal, bir iç güdü, bir reklam, bir film, bir şarkı.. gerçek dışı olan ne varsa orada bitiveren bir şeyden fazlası değil sanırım.. yanılıyor muyum?

Aşkmış.. ne demek ki o.. siz biliyor musunuz?
Desem de.. inanmayın.

Herhalde dünyada bu sorunun cevabını aramayan bir tanrı kulu yoktur. Mütemadiyen bulunamayan.. sürekli cevabını aradığımız nadide mesele olsa gerek he?

Ya hani olur ya.. her şey iyi giderken… dann!!!! Yemek yerken ya da kahve içerken en olağan haldeyken… dann!!! Hala en yakın arkadaşımsın. Dann!!!! Acımasız gerçek.. aşk gibi güzel olmasa gerek ha? –o gerçek çünkü- dediğini duydum.. yeap! Aynen öyle.

Hayalle gerçeği ayıran bir çizgi vardır bilir misiniz bilmem.. tam ortada en keskinliğiyle belirir.. suratına vuran acı son gibi. Mutlu sonla bitmesini beklediğin filmin seni ters köşeye yatırması gibi. Her filmin romantik komedi olmadığını kanıtlarcasına Fransız sinemasının var olması gibi. Hollywood karşısında duran -acı gerçek- Avrupa sineması gibi… mesela hiç fark ettiniz mi? Her yalnız eninde sonunda Fransız filmlere mahkumdur. Oysa ki.. yanında sevgilin varsa hayal ürünü her şey hoştur güzeldir. Sen hayal ürünü olduğundan olmasın?

“yılın birçok günü sıradandır. Başlar ve biter. Hakkında hiçbir şey hatırlanmaz. Birçok günün hayatın akışına bir etkisi yoktur.”

Düşünsene 365gün aralıksız atraksiyon. Aman Tanrım! Düşüncesi bile kalbimin bir an durmasına neden oldu.
Sana, hayatımın olağan akışından bir an olsun saptığım zaman bile vücut ritmimin alt üst olduğunu, olmayan uyku düzenim karmakarışık, beynim allak bullak bir durumda olduğunu söylersem.. bana tavsiyen ne olur mesela? Ben diyorum ki.. o hayatını değiştiren meşhur  günler, olabildiğince minimum düzeyde yaşamıma dahil olsun. Tüm samimiyetimle..

Aslında şu hayatta keşke Summer gibi olsam.. diyebilsem keşke onu dediğinin aynısından.. neden diye soran her insana! “çünkü.. öyle yapmak istedim.” Her şey ne kadar kolay olurdu benim için.

dipnot*: bu film tarafımdan ikinci kez izlenilmiş. Ve ilk izlediğimin aksine çok beğenilmiştir. Bu filmin nesini sevdiniz diye çıkıştığım her insana bir özrü borç bilirim.

dipnot**: ama hala Summer’ı sevmiyorum.

dipnot***: bazen playagain yapmak iyidir iyi^^

özlüsöz*: “bu dünyada ben olmadan da bir sürü saçmalık var”

E.

9.10.12

Yarın sabah kahvaltıda ne yesem?


 En sevdiğim saatler kahvaltı saatleridir.. hele bir de Cumartesi- Pazar olsun kahvaltı hayaliyle uykuya dalarım. Akşamdan kafamda envai çeşit kahvaltılıklar.. peynirler zeytinler falan filan.. sıralanır durur.. bi de yanında simit varsa.. işte benim muhteşem kahvaltım, rüyamda bile..

 Sadece haftasonları mı kahvaltı edersin sen? diye soranları duyar gibiyim. Tabi ki hayır. Sırf kahvaltı edebilmek için sabahın köründe uyanırım, kargalarla inatlaşır gibi. Bi güzel keyifli keyifli kahvaltımı yaparım, çayımın dibine vururum. Öyle okuldu işti falan engelleyemez, peynirimi domatesimi..

 O değil, hadi ben birazcık deliyimdir bu konuda, var bi şapşallık. Ama gel gör ki arkadaşlarımda öyle.. insan her buluşmasında mı kahvaltıya gider yahu.. İstanbul kazan biz kepçe her yerde ne çeşit kahvaltı mevcut bilincindeyiz, o derece psikopattık bir ara. Nerede açık büfe nerede serpme biliriz. bu ara sabahtan geceye doğru kaysa da buluşma saatlerimiz, kahvaltı her daim yerini korumakta tüm ihtişamıyla. Ee cemal süreya ne demiş.. "Yemek yemek üstüne ne düşünürsünüz bilmem/ Ama kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı".. ben bu adamı pek bi severim.. sevdiğim insanları da sorgusuz sualsiz dinlerim..  daha da üstüne bir şey demem..

 Buraya nereden geldin.. bu yol nereye gider.. diyorsanız.. açıklıyorum..

 Yukarıda yaptığım açıklamaları göz önünde bulunduracak olursak.. geçenlerde film almak için öyle boş boş dvd rafları arasında gezinirken.. -aklımda bi film vardı sanırım, şimdi hatırlayamadım- işte onu ararken bi baktım üst sağ köşeden tanıdık bi sözcük..  kocaman yazılarla gözüme gözüme dik dik bakan... bi adet kahvaltı kulübü.. ee pek bi kulüp meraklısı olan ben –kaybedenlere de pek bi ısınmıştım- tamlamanın başında kahvaltıyı da görünce havada kaptım haliyle :)

 Ve.. bugüne de izlemesi kısmetmiş..

                                                                                                           'The Breakfast Club'

“.. ve üzerlerine tükürdüğün bu çocuklar, dünyalarını değiştirmeye çalışırken senin danışmanlığından muaftırlar.
    ve yaşadıkları şeyin ne olduğunun oldukça farkındaydılar..” David Bowie


24 Mart 1984 Cumartesi/ Shermer lisesi kütüphanesi

Beş farklı (garip) kişilik saat 7.00de artık bir aradadırlar. İlk başlarda birbirine tahammül edemeyen bu topluluk.. saat 4’ü zorlarken kendilerine bile itiraf edemediklerini ortaya koymuş olacaklardır.

“diğer insanların gözünde onlar bir sporcu, bir anarşist, bir sarışın, bir inek ve bir entel. Ama kendi içlerinde onlar her zaman Kahvaltı Kulübü olarak kalacak”

dipnot*: eski filmleri sevdiğimi bıkmadan usanmadan hep dile getirdim.. ama yine de yeniliyorum..  80lerin 90ların sinemasını seviyorum 50sini de 60ını da 70ini de.. ayırt etmeksizin.... eski olan her şeyi sevdiğim gibi onların da sararmışlıklarına kapılıyorum işte… bu da öyle bir şey..

dipnot**: bugünlerde daha çok yapılmaya çalışılan toplumsal içerikli mesajlar veren filmler, diziler görüyoruz, ve yeterince bıkmış durumdayız. En azından benim böyle yapımlara tahammülüm kalmadı artık. Hatta diyorum ki biri çıksa da bu toplumsal içerik olayını böyle insanların gözüne soka soka yapılmayacağını söylese diye bekliyorum, tüm sabırsızlığımla.. neyse işte.. o tarz filmleri yapan dahi insanlara sesleniyorum naçizane..  o önemli işlerinizden kafanızı bi an kaldırıp, tozlu raflardan bu filmi bi alın elinize, izleyin bi ders edinin.. belki işe yarar.. *John Hughes’ saygılar..

dipnot***: işte birkaç sevdiğim sahnelerin varlığından bahsedeceğim.. olur da bi izleyen vardır beni anlar:) ilk sahnem ıslık sahnesi^^ ikinci sahnem öğle yemeğindeki karmaşık durumlar.. üçüncüsü ise “ben esir sen esrar” sahnesi  ve o buram buram seksenler kokan muhteşem dans gösterileri…  he bir de şey vardı… saat 4ü vurmak üzereyken artık hepsi dökülmüş sinirler alt üst durumda iken.. gülüyorlar ya anlamsız anlamsız.. çok sevdim ben orayı ya^^

dipnot****:  bence bi dinle^^

özlüsöz*: “büyüdüğün zaman, kalbin ölüverir”

E. 

5.10.12

L'amour et ...


 Aşkın renkleri varmış, sana göre değişen.. siyah beyazdan farklı griden farksız..

 “kalbinizin kapısını asla kapatmayın”
 Hepimizde vardır biraz.. boşvermişlik, bıkkınlık, tükenmişlik.. hepimizin az braz hayatlarının bi bölümü böyle geçmiştir. Kimi kolay açmıştır kapısını, ilk tıklatana. Kimi ise sıkı sıkı kilitleyip zinciri bile takmıştır, hırsız bekler gibi.

 Oyunculara sahtekar  olurlar derler.. hep rol yapar onlar. İnanılmaz, güvenilmez insanlardır derler.. hep tuhaf gelmiştir bana bu sözler… hangimiz rol yapmayız tanrı aşkına.. hangimiz içimizde sakladığımız o cevheri ortaya çıkarıp oscarlık performans sergilemedik annemize, babamıza, sevgilimize karşı.. oyunculuk her insanın bünyesinde mevcuttur.. esas oyunculardan tek fark bizim onu gönüllü olarak yapmamız o kadar.

 Her neyse.. Natalie bi laf dedi.. çenemi açtı! Esas meseleme dönüyorum ben.. aşkın renkleri varmış meğerse demiştim.. isme göre değişen.. François’de farklı Marcus’da farklı mesala.. bi kayısı suyuyla başlayan bi ilişki yıllar sonra yerini bi öpücükle gerçekleşen bi başlangıca bırakıyor. Farklı işte.. atmosfer farklı, insanlar farklı, zaman farklı.. rengi ayrı!
                
dipnot*: aşktan kaçmanın saçma olduğunu, ama kaçan kovalanır klişesinin doğruluğunu ispat ettiği için sevdim ben bu filmi.. toplumsal mesaj içerikli olması önemli tabii^^

dipnot**: son sahne de saklambaç oynamaları beni çocukluğuma götürmedi desem yalan demiş olurum şimdi..

dipnot***: bir de.. neden François’li sahneler bu kadar azdı ya.. hayal kırıklığı^^

dipnot****: audrey’İ hep severim.. ama gel gör ki Amelie’nin yeri bi başka..

dipnot*****: son laf.. cafede başlayan aşklar hep dikkatimi çekmiştir.. hep sevmişimdir nedendir bilmem^^




E.

29.9.12

Sarı yolculuk...


  O gözlüklerle, kocaman bi göbekle sarı minibüsün küçük gün ışığıydı o..



  Yol filmleri hep daha bi sıcaktır, daha bi gerçektir sanki. Filmin bile trafikte olanına yalan yakışmıyor, iğreti duruyor olmuyor. Çıplak gerçek!

  Tüm aile, ya deli ya çocuk! Bi Olive var işte.. ama ona zaten ne laf söylerim ne de söyletirim, harika bi yaratık o:) neyse.. Alem  deliye ben akıllıya hasret sözü bu aile için yazılmış, noterden onaylatılmıştır. Richard’dan tut da minibüsün bagajına kadar uzanıyor bu hikaye.. Ama gel gör ki.. kandır çeker işte.. birazcık delilik olsa gerek ki bende de pek bi sevdim ben bu filmdeki karakterlerin hepsini, teker teker.. ayırt etmeksizin. Hatta Nietzsche hayranı o bunalım ergeni bile sevdim. Özellikle son dans performanslarıyla gönlüme taht kuran Richard, başlardaki tüm uyuzluklarını yok etti, çöpe yolladı.

  Dediğim gibi.. yol filmlerinin komedisine, sohbetine, hızına dayanabilen ya da şöyle diyelim daha önce hiç yol filmi izlemeyen ama izlemek isteyen her hangi biri de olabilir bu şanslı kişilik… bunu izle! Sen işte her kimsen.. hangi kategoride olursan ol izle. Öyle duygu sömürüsü yapan, ya da zorlama espirilerin saldırısına uğramış bir 98 dakika seni beklemiyor, emin olabilirsiniz. Tam aksine doğal bi gülümseme doğal bi hüzün garantisi benden size olsun^^ daha ne diyeyim, California  yolcusu kalmasın…

  Ek olarak…
  Kazananlar kaybedenler üzerine tüm film boyunca nutuklar dinlediğimden bi kaç kelam da ben edeyim dedim. Kazanma kaybetme olayı değil bu hayatta sürdürdüğümüz hikaye.. kimine göre kayıp olan başkasına kazanç olabilir, ya da kaybettim diye üzüldüğün bi an aslında fark etmeden en büyük kazancına açılmış bi kapıdır misal. Yani diyeceğim şudur ki.. “If ı wanna fly, ı’ll find a way to fly”.. bu işin nedeni nasılı kaybedeni kazananı olmaz.. aslında hayatta insanlar kaybedenler  ve kazananlar diye ayrılmaz. Hayalleri olanlar ve olmayanlar diye ayrılır. Gerçek bu!

dipnot*: sarı vosvosa koşmaları olmasa bu film bi sıfır yenik başlardı.. bence.. 
hem zaten o olmasa filmin rengi olmazdı ki.. her filmin bi rengi vardır ya hani.. işte bunun ki de sarı.. başka bir şey olmasının ihtimalinin olasılığı yok.. o derece..

dipnot**: bi de.. güzellik yarışmalarındaki tüm saçmalıları ne de güzel dile getirmiş ya.. öyle değil mi..

dipnot***: yakın gelecekte odamda sırasını sabırla bekleyen Thelma&Louise' ı da izleyip. Yeni bi yol filmi yazısıyla burada olacağım. Tabi sıraya kaynak yapmassam^^


                                                                                    'Lİttle Miss Sunshine'

E.

15.9.12

En acımasız savaş^


Mavisiyle gözlerimizin fal taşı gibi açılmasına sebep olan güzel tiffany kutusuyla başladı her şey.  İçinden çıkması muhtemel bilmem kaç karat, rengiydi, parlaklığıydı, kesimiydi derken hayatın anlamı haline gelen bir tek taş pırlanta..

Kadınların özünden gelen bir şey olsa gerek ki.. çoğumuzun çocukluktan beri hayalini kurduğumuz, kimilerinin bunun için yıllar yılı fotoğraflar biriktirdiğini defterler sakladığını bile gördüğümüz, esas gün. Marion St. Claire’ın da dediği gibi.. “siz ölüydünüz, bugün tekrardan doğuyorsunuz. Bunu unutmayın” Düşünün o kadar mühim, o kadar kıymetli!

Bu lafın üstüne bir de deniyor ki size… bu bi kaç saati başka biriyle paylaşmak zorundasınız. Çocukluktan beri, kendini merkez haline getirdiğin o günü paylaşmak.. lafı bile edilemez! İster bu kişi kardeşin olsun isterse de en yakın kız arkadaşın. Böyle bir zorlamayla karşılaştığı anda en masum kadın bile birer cadıya dönüşüp, süpürgelerine atlarlar.  Ki nitekim öyle.. Emma ile Liv’in gözlerindeki savaş hırsı, inanın Truva için verilmemişti. Korkulur bu gelinlerin savaşından

Bu düğün dediğiniz şey iki kişinin evlenme olayı değil mi? Nedir bu kadınların megalomanlığı diyen erkekler varsa unutmadan söyleyeyim.. bunu sakın kız arkadaşınıza söylemeyin. Şu unutulmamalıdır ki.. düğün denilen şey her ne kadar bir çiftin evliliği olarak görülse de arkasında sakladığı sırlı camdaki can alıcı gerçek, her şey gelin için olduğudur. Ve etrafındaki insanların tek görevi, bol bol geline iltifat etmekten ibarettir. Olay bu! Bunu hiçbir kural hiçbir zaman değiştirmez. Yani öyle büyük hayallere kapılmayın sevgili damatlar ve sevgili kayınvalideler..^^ bu oyunun tek başrolü vardır, diğerleri figürandan öteye geçemez.

                                                                        'Bride Wars'

Emma ile Liv’e dönecek olursak..

Serde bir düğün cadısı olma potansiyelim olduğundan olsa gerek pek bi sevdim, pek bi eğlendim ben bu filmle. İlk izlediğimde de, ikinci kez izlediğimde de aynı gülümsemeyle izledim.  Ve iki izleyişimin sonunda da aynı soru beni karşıladı.. ya sen de böyle bir durumla karşı karşıya gelirsen?.... tercih, vazgeçiş, düğün, baş nedimen,.. aman tanrım!  Rüyanın kabusa dönüşmesi bu olsa gerek..  

Ama esas olan ne biliyormusunuz..
Eskilerden kalma bi kutudan çıkan bir mavi tokada bulduğunuz çocukluk masumiyetini hatırlamak. Tekilanın arkasına saklanan arkadaşlığı yeniden canlandırmak.. iyi ki anıları  o küçük kızlar hep saklar.. unutulanlar hatırlansın diye…


dipnot*: düğün organizatörü mü olsam diye düşündüğüm ikinci film^^ ilki 27dresses’dı.. ya da daimi nedime olsam falan.. tam benlik^^

dipnot**: Bryan Greenberg de varmış burada! Hem de adı Nathan:) benim bu isme karşı bi zaafım var sanırım. Beni vurdu tam kalbimin orta yerinden, üstelik bir de dergi yazarıymış. Daha ne olsun^^

dipnot***: Anne Hathaway’i pek severim zaten de burada Kate Hudson’ı daha bi çok sevdim.  Ki daha önce bi yazımda gören varsa bilir benim Hudson hakkındaki gelgitlerimi.. tıktık^^


"Marion St. Claire: A wedding marks the first day of the rest of your life. You have been dead until now. Were you aware of that? You're dead right now. 
Emma: I understand. 
Marion St. Claire: Angela, for example, will die dead. " 



E.

12.9.12

Bazen yalanlar ortaya çıkar..


Ve her şey bir anda değişebilir..

Hepimizin kendine ait küçük sırları vardır.. kendimize, ailemize, arkadaşlarımıza gizli gizli fısıldadığımız küçük beyaz yalanlar..

Ama asla olanları haykıramadığımız, gerçeği kabullenemediğimiz, kabullenmek istemediğimiz onca yük.. beynimizde, kalbimizde, dilimizin ucunda ağırlaştıkça ağırlaşır.. ama cesaret denen o şey pek uğramaz o anlarda.. kulaklar tıkanmaktan sağır hale gelmiştir, dilin lal olmasından bahsetmiyorum bile..

Sadece durursun.. boş boş tek bi noktaya diktiğin gözlerin anlatmaya çalışır bir şeyleri çaresizce.. ama o da tek başına beceremez ki.. olmaz. Başarmak imkansız bir hal almıştır artık.

Ve bazen yalanlar ortaya çıkar.. her şey bitiverir aniden.. kırar, yorar, gücendirir, pişman eder.. sonra da sırf seninle dalga geçmek için köşe bucak saklanan o güzel günler, görüntüler, fotoğraflar gülümseyedurur; sen zorladıkça hayatı.

Arkadaşlığın verdiği o büyük haz.. bazen çok büyük bir yüke dönüşür. Ailenden bile öte gördüğün arkadaşlar vardır hayatında kimi zaman.. yalan söylemeyi beceremediğin, kaçamadığın, bırakamadığın.. ama yine de tüm bunlara rağmen insanoğlunun özünden gelen bi özellik olsa gerek.. yalanlar söyleriz inatla. Kendimize, en yakın arkadaşlarımıza.. bıkmadan, usanmadan… tüm yüzsüzlüğüyle…

Sonra bi anda bi telefon, bi mektup.. her neyse işte bi haber geliverir uzaktan… yakınında durmanın gerekliliğine inanmana rağmen kaçtığın birinden..
Sonra bi anda gider o.. hiç gelemeyeceği bir yere.. aniden..
Sen pişmanlık denen o lanet duyguyla en hazin şekilde yüzleşirsin.. kelimelerin anlamsızlığından yakınır, ağlamanın tuzlu kalkanına sığınıverirsin.. ama bilirsin.. ağlamak en gerçek yalandır hal böyleyken… hem de küçük bir yalandan daha fazlası..

-sonra bi cenaze kalkar.. siyah giyinen insanların arasından.. matemli soğuk havada. Sana kalan ise.. son olarak görevini yerine getirdiğin o resmi törendeki gerçek kaybın asil duruşu… yalana sığınamadığın tek noktada.. siyahlar içinde..-

Halen anlatacağın onca şey varken… kaybetmek…

Aslında ne var biliyor musunuz? Küçük beyaz yalanların tek gerçeği o tuzlu suydu.. dudaklarımda dakikalarca hissettiğim, o tuzlu tat!


                                                                                                 'Les Petits Mouchoirs-little white lies-'

dipnot*: müzikler çok çok iyi!!

dipnot**: film o kadar işledi ki beni ilk dakikasından son dakikasına kadar.. böyle hissettirmeden kanıma girdi. Sonra bi baktım ki.. Ludo benim de arkadaşım oluvermiş 148 dakikada. Sonra kaybetmişim onu… içten bi Fransız filmi… daha başka söze gerek var mıdır ki…

dipnot***: Morion Cotillard^^

dipnot****: oyuncu olarak pek çok sevdiğim Guillaume Canet.. bu filmle birlikte tanıştığım senarist ve yönetmen kimliğiyle beni bir kez daha büyülemeyi başardı^^

E.