2.2.12

Sabrina!!!

  “Mutlu bir aşık soufflé’yi yakar
   Mutsuz bir aşık fırını yakmayı unutur.”

   Fakir kız-zengin erkek. Külkedisi-prens. Malum bu ikilemelerle sık sık karşılaşırız. Ve genelde de görürüz ki,  kızın çocukluk hayalleri onu sinderalla’ya dönüştüren sihirli değnekle birlikte gerçekleşmeye başlayıverir. Artık her şey esas kızla esas oğlan içindir, dünya onların etrafında dönmeye başlar, her şey toz pembedir. Ama işte her baba Hulusi Kentmen değil, parayla saadet olmaz sözü de şarkıdan ötesi değilken; görürüz ki esas oğlan da gerçekten esas değilmiş.
 Bu hikaye çoğunuza tanıdık gelmiştir. Biraz yeşilçam tadında biraz da bir istanbul masalı kıvamında.Hatırlarsınız mutlaka; fondan yavaş yavaş yükselen saksafon sesiyle başlayan, çirkin ördek yavrusu esmanın masum aşkını. Bir İstanbul Masalını..

                                                                                                'Sabrina'

   Bu masal ise.. nerede mi başlıyor? Paris’te.. -boşuna aşkın şehri denmemiş ona-
   Yağmurda çok tatlı kokan, nemli kestane ağaçlarının olduğu, aşkın, müziğin şehri, Sabrina’nın rüyası, miladı, geleceği..
   New York’un en zengin ailelerinden Larabee’lerin iki zıt karakterli oğulları; David ve Linus. ve onların tek ortak noktası: Sabrina!!

dipnot*: filmde Audrey Hepburn’un o tatlı sesinden dinlediğimiz, her Paris görüntüsünün arkasında mutlaka duyduğumuz.. ‘la vie en rose’http://fizy.com/#s/16r9vy

dipnot**: bu masalda her ne kadar Paris önemliyse de, yalnız ondan ibaret değil. New York’u da es geçmemek gerek..

E.

26.1.12

Bazen kaçamazsın..

    Hepimizin beni asla bırakma dediği biri vardır hayatında. Zaman mekan önemsiz o kişinin varlığıdır esas olan. Gerçek veya hayal, yanında veya uzakta..

                                                                                      'Never Let Me Go'

   Eğer yaşama sebebin bir başkasını kurtarmaksa ve sen bunu taa en başından beri biliyorsan. Hayatın kurtardığın-kurtaracağın hayatlardan ne kadar farklı olabilir? Hepimizin bir gün son bulacağı dünyada; yaşadıklarının ve ellerinde kalan zamanın farkında olanlar-bazılarımız-.. onların hikayesi.. Hailsham’da başlayan bir aşk.. umutların döküldüğü sanat..
    İçimizde tuttuğumuz, sarınıp sarmalandığımız umutlardır bizi hayata bağlayan. Kimi zaman hatta çoğu zaman, olmayacağını bile bile, yalan olduğunu bile bile bırakamamak bundandır işte..

    
    Miss Emily: "Biz galeriyi ruhlarınıza bakmak için kurmadık. Bir ruhunuz var mı yok mu ona bakmak için kurduk"
    Kathy: "Erteleme diye bir şey yok Tommy"

   Uzun zamandır filmlerin beni etkilememesinden şikayetçiydim. Eskiden olsa hüngür hüngür ağlardım ben, neden artık giremiyorum filmin kalbine diye söyleniyorum aylardır. Sonunda buldum sanırım, hüngür hüngür olmasa da, son dakikalarda aralıksız aktı yaşlar. Hani bazı filmler vardır ya, film biter ama etkisi gitmez.. anlamsız bir şekilde mutsuzsundur hala, akamayan göz yaşları huzursuz beklemededir.. aynısı tıpkısı şuan içinde bulunduğum eşittir ruh halim.. hepsi için teşekkürler Kathy-Tommy..

dipnot*: hayranlık ötesi=Carey Mulligan -sessizliğine sakladığı doğal haliyle-
E.

24.1.12

Biraz geç kalınmışlık var ama.. olsun!

   Aylardır bana raftan mahcup mahcup bakarak göz kırpan MadMad dvdsi senden bahsediyorum. Önce erteledim, sonra grip oldum, sonra sınavlar geldi,sonra sonra derken.. sonunda başladım ve iki günde ilk sezonu yarıladım.
                                                                                                  'MadMan'

    Peki neden MadMan? Kimdir bu? Nedir esprisi? diyen varsa..
   İnce kurulmuş bi saat olan ve durmadan tik tak tik tak çalışan NewYork’ta bi reklam şirketi, ve tam da o şirketin ortasına bomba gibi düşen bir adet DonDraper -daha ziyade MadMan denilebir- Yani hikaye bu, bir adam ve etrafındakiler.

   Reklam dünyası hep farklılığıyla bilinir. Kabul etmek gerek biraz uçuk bi sektör haliyle. Düşünün bi de yıl 1960, yer NewYork olunca iş kendiliğinden tavan yapmış oluyor. O muhteşem kıyafetler, müzikler, replikler insanı büyülemesinde ne yapsın. Tabi ki bir de Don Draper faktörü var -atlaması olası bile değil-.
   Ee o zaman geriye yapacak tek şey kalır. Hem kendime hem de size benden bi ‘iyi seyirler’.

  dipnot*: reklamlar, toplantılar, sekreterler.. bana bambaşka bir yılda geçen bambaşka bir şirket filminin hatırlattı. Bu kez moda ve tabi ki the devil wears prada. İzlemeyen kalmış mıdır bilmiyorum gerçi ama eğer varsa bunu da izlemek şart derim ben!


                                                                            'The Devil Wears Prada'

   Modaya ucundan köşesinden değinmişken, MadMan izlememe sponsor olan http://used-look.blogspot.com/a göz atmadan geçmeyelim ^_^

    E.

31.12.11

Geri sayım başladı

     Yılın en sevdiğim zamanı.. saat 00.00 olduğunda, ben doğduğumda, yıl bittiğinde, mutluluk dileklerimle.. tam da bu gece.
   Yılbaşına az vakit kala farkında olmadan hafif hafif telaşlanırım ben. Her yıla farklı bir benle farklı düşüncelerimle girerim. O ışıl ışıl sokaklarda yürürken, amaçsız yere sevinirim. Bazen yılbaşını unutur, sanki dünya doğum günüm şerefine caddeleri donatmış gibi mutlu olurum.

    Noel babaya inandığım o yaşları özledim.. şömineye asılan çorapların, o gözalıcı güzellikteki çam ağacının ve paket paket hediyelerin olduğu o yılbaşı filmlerini.. ne de çok annemin başını ağrıtmıştım, neden bizde böyle karşılamıyoruz yeni yılı diye. Hatta neden filmlerdeki gibi kar yağmıyor diye anneme babama küserdim. 
    Hep kar taneleri altında kutlanılan noele imrendim ben. Her yılbaşı dua ederdim kar yağsın diye, sabah bi umut koşardım pencereye. İlginç ama şimdi hatırlamıyorum bile o kadar çok istediğim bişeyin gerçekleşip gerçekleşmediğini. Acaba hiç yılın ilk günü yağdı mı kar? Hiç yeni yıla bembeyaz bir örtüyle uyandık mı biz? Oldu da çok mu sevindim ben? Havalara mı uçtum, noldu? Kar yağınca ne olacak sanıyordum acaba.. basit bir apartman dairesi olan evim kar yağınca o görkemli evler gibi mi olacaktı. Hangi bahçeye kardanadam yapacaktım ben ya da kar topu oynayacağım bi alan mı bulacaktım ben caddelerden oluşan semtimde.
    Tabii aradan uzun yıllar geçti, ve büyüdüm. İnançlarım, düşüncelerim, hayallerim, kendim tümüyle değiştim. Bi tek içimdeki o anlamsız telaş ve heyecan kaldı benle. Hayallerime ve çocukluğuma duyduğum özlem. Ne de çabuk geçmiş.. oysaki bi 15 yıl önce bütün bu hayallerimin olacağına ciddi ciddi inanıyordum ben. Bi bu kadar yıl sonra neler gelecek neler gidecek acaba benden.
  
    Şimdi gelelim,  insanın içini ısıtan o güzel yılbaşı filmlerine. Ben sizin için üç film seçtim. Belki siz de benim gibi yeni yıla film izleyerek girmek istersiniz diye..

                                                                                    'Home Alone'

     Çocukluk dedim, hayaller dedim.. işte tam da bunların hepsine uygun bi film karşımızda. Belki de bu evdi beni bu kadar büyüleyen, hayallerimi dolduran, olamaz mı? kaç defa izlediğimi unutacak kadar çok izlediğimi göz önünde bulundurursak, olabilir neden olmasın:)..

                                                                                    'Bridget Jones's Diary'

    Bu filmi görünce çoğunuzun aklına hayattan bezmiş bi şekilde kafasına battaniyeyi çekip ağzı boş durmayan Bridget gelse de, ben bu filmi Marc Darcy'le tanıştıkları noel yemeğiyle hatırlıyorum. O yüzden benim için yılbaşı filmleri kategorisine adını yazdırmış oluyor. dipnot*: özellikle Marc Darcy'nin kazağı muhteşem değil mi^_^

                                                                                      'Love Actually'

   Londra.. noele son bi hafta.. hem yılbaşı telaşı hem aşkın heyecanı. Müzikleriyle ve oyuncu kadrosuyla yılbaşı gecesi evde sıcak bi hava estirecek türden. Çok önceleri izlememe rağmen tek bir şeyi çok iyi hatırlıyorum, suratınızda ufaktan bi tebessüm sizi film boyunca bırakmıyor

   Benden bu kadar, sanırım ben tercihimi Bridget'dan yana kullanacağım, şu sıralar tam kahve+battaniye+tv modumdayım da.
   O halde geri sayım başlasın.. son 9saat30dakika..

E
   

17.12.11

Oyun gibi..

   Çocukken oyunlar oynardık biz. Sokaktan üstü başı çamur içinde eve geldiğimde annem öyle bi bakardı ki bana, böyle hem kızıyo hem gülüyo gibi. Oysaki şimdilerde kirlenmek bile güzel. Biz çocukken yoktu böyle şeyler.
   Saklambaç, sek sek, dokuz taş, yakar top, ebelemece kovalamaca.. derken büyüdük biz. Tek arzumuz akşam yemek saatinin gelmemesi annemizin camdan bizi çağırmamasıydı. Tek korkumuz topumuzun yola ya da mahallenin en cadı teyzesinin balkonuna kaçmamasıydı.
  Türlü oyunlar vardı. Var olanı mı dersin kendimizin yarattığı mı. Hayal dünyasının ganimetleriydi çoğu, hatırladıklarım hatırlamadıklarım nicesi..
    Lades miydi o? Hani iddiasına girerdik bi şeylerin. Kuralları neydi hatırlamıyorum bile, o kadar mı geçti ya zaman. Meğer biz taa küçükken koşarmışız iddia peşinde. Ee yedisinde neyse yetmişinde de odur diye boşa dememiş büyüklerimiz.
    İddialaşmanın verdiği haz, o müthiş inatlaşmalar, kazanma hırsı..

                                                                                       'Jeux D'enfants'

    O zamanlar biz iddialarımız için lades kemiğinin arkasına saklanırdık. Julien ile Sophie ise teneke bi kutuya bağlayıveriyorlar hayatlarını. Çok mu farklı bizden?
    İnat mı dersin, gurur mu, yoksa cesaret mi? Kesin bi cevap vermek zor. Tıpkı saklambaç gibi, körebe gibi çocukça bi oyun işte. -cesaret oyunu
  Senin rotanı belirleyen, pusula misali sana tek bi yön gösteren, beklemediğin her anda karşına çıkan tenekeden ibaretse oynadığın oyun. Her ne yapıyorsan o an, onu bıraktırıp kendine çekmeyi başarıyorsa, her taşın altından hep aynı teneke çıkıyorsa ve sen onu asla atamıyorsan uçurumdan aşağı. Bi oyunsa hayatın ya da hayat bi oyunsa.
    Var mı cesaretin o kutuyu saklamaya. söylesene.. cesaretin var mı aşka?

dipnot*: biraz masalımsı, biraz gerçek. bazıları çok sever bazıları ise hiç sevmez. ortası yok bu filmin.

E.