21.12.15

En Uzun Gece

Geceleri uyanık, gündüzleri uykuda geçiren biri olarak; en sevdiğim gün olarak 21 Aralık’ı işaretliyorum.


Mehmet Güreli sever misin?

Günün birinde bu soruyu sormuştu biri bana. Evet demiştim. Ona en sevdiğim şarkısının ‘Uçurtma’ olduğunu söylemiştim. İnanamamıştı. Belki de Mehmet Güreli’yi sadece ‘kimse bilmez’ olarak bilenlerden olduğumu düşünmüştü bilmiyorum. Şimdi hatırlamıyordur bile. O çok severdi, biliyorum. Güreli seven adam farklı olur biliyor musunuz? Böyle farklı, içten.. ne bileyim işte. Evet.. yine bana güzel bir insanı ve güzel geçen günleri hatırlatan bir müzisyenle daha baş başayız sayın okur. Ne yapalım, bazı anıları şarkılarla yeniden yaşatmak benim gibi –mişli zaman kipinde yaşayan insanlara göre bir hareket. Ne yaparsın!

Bugün sabah, Ceylan Ertem & Cihan Mürtezaoğlu düetine denk geldim, sosyal medya mecralarının birinde. Uçurtma’yı söylemişler. Hem de çok güzel söylemişler. Bir bakın siz de..



Filmler ve kitaplar olmasa şu bomboş günlerim nasıl geçerdi hiç bilmiyorum. Hayatımın hiçbir anında bu kadar sosyal hayattan uzak hissetmemiştim kendimi. Hep bir şeyler için çalışmıştım. Ya da nasıl desem hep yetişmem/yetiştirmem gereken işlerim vardı. Şimdi yok. İnanın bu hiç güzel bir şey değil.

Dedim ya iyi ki filmler ve kitaplar var.

Aslında izlediğim filmler için uzunca bir listem var, takdir edersiniz ki. Ama hepsini bir anda yazıverirsem sanki değersizleşeceklermiş gibi geliyor. Korkuyorum. (şu filmlere bu kadar değer vermek ne kadar normal?)

Seçmece//

#Infinitely Polar Bear / 2014
Uzun zamandır bekliyordum, Mark Ruffalo’nun manik depresif bir baba olarak karşımıza çıktığı bu filmi. Tek cümleyle özetliyorum: “beklediğime değdi, kesinlikle izleyin!”

#Trouble with the Curve / 2012
Kanada sinemasına karşı zaafımın yanında; bir de North Carolina’ya karşı anlamsız bir hassasiyetim var. Nedenini bilmiyorum. Bu filmin de bir kısmı orada geçiyor. Bir kısmı da beyzbol sahalarında.

Takım sporlarına karşı fazlaca ilgim alakam var. Bu konuda kelimenin tam anlamıyla babamın kızıyım. O nedenle ki, sporlu filmlerden pek bi hoşlaşırım. Genelde sonucunu tahmin ettiğim bu filmler beni saçmasapan mutlu eder.

Film için şunları söylüyorum: Clint Eastwood bir harika. Justin Timberlake çok yakışıklı. Amy Adams da tam anlamıyla babasının kızı:)

#Paris / 2008
Filmde Paris ile ilgili bir tanımlama yapıyorlar. ‘binbir suratlı şehir’

Çok sevdim bu betimlemeyi. İstanbul için de kullanıldığı içindir belki de.. mesela bir cümle daha vardı: ‘burası Paris, halinden memnun bir kişi bile bulamazsın.’

İşte adı üstünde film aslında Paris’i anlatıyor. Paris’i anlamaya çalışırken de karşınıza insanlar çıkıyor. Kesişen hikayeler, bazen sadece yoldan geçenler.. Romain Duris için izlemeye başladığım film aslında diğer insanların daha çok hayatına yer verse de.. tatlı ve sıcak bir hikayeler kümesi. 

Ayrıca filmde Juliette Binoche var. Hayranım bu kadına!!

#Addicted to Love / 1997
İşte kalbimin sahibi 90lar sineması!! Meg Ryan ve Matthew Broderick ikilisi. Film tam anlamıyla bir romantik-komedi. Ne eksik ne fazla. Kimi sevdiğini ve kim olduğunu seçemeyeceğini vurgulayan, Hollywood’un toz pembe aşk hikayelerinden komik bir örneğini sunan tatlı mı tatlı bir film.

Maggie’nin çektiği fotoğraflar pek bi güzeldi.

#Pierrot le Fou / 1965
Cessie’nin bir yazısı sayesinde bir kartpostal yüzünden uzuuun zamandır aradığım bir filmin ismine kavuşuverdim. ‘Pierrot le Fou’. Ve aradan çok zaman geçirmeden izleyiverdim. Film tam anlamıyla sözcükler etrafında hareket eden kesitlerden oluşuyor.

Ya ben çok odaklanamadım filme, ya da Jean-Luc Godard yapımlarından bazılarını cidden anlamıyorum. Ama filmin içinden cımbızla çektiğim bazı cümleler var ki.. işte onları çok sevdim.

‘hayat kitaplardan farklıdır. öyle olmasını isterdim.. anlaşılır, mantıklı, düzenli.. ama değil.’


Pierrot le Fou


Godard’ın filmde dediği gibi.. ‘bazı günler böyledir işte, karşına sadece aptallar çıkar.’
ya da tüm gün odanda oturur yetenekli yönetmenlerin filmlerini izlersin. günler.. 24 saat safsatası.  



14.12.15

aRalık/ aNkara

‘Ankara’yı sevmek şehirde sevilecek tek şeyin Ankara olduğunu bilmektir.’ –MahirÜnsalEriş

Şehirlerin ruhu var derler, ama bence sadece yaşanmışlıkları var. İnsanlar varsa şehir yaşar, esasen ruha ait olanlar insanlardır. Ne kadar bunu aksini iddia ederek yaşasalar da..

Ben Ankara’lıyım. ama sorun bakalım ne kadar öyle hissediyorum. cevabım eşittir negatif. Mesela hep ‘doğma büyüme İstanbulluyum’ diye tanıtırım kendimi.. aidiyet duygusunun sadece yaşanılan şehre göre şekillendiğini varsayarım. Zaten aslında pek de herhangi bir yere bağlı olan biri de değilim. 
Ne bileyim, hep saçma gelmiştir memleket hikayeleri.

Nereliysem nereliyim.. ben mi seçtim? Bunun için neden övüneyim ki.. ya da sırf anne babamla aynı yerde doğdu diye birini neden diğer insanlardan ayrı tutayım.. diye uzayan giden sorunsallar; ve reddedişler benim tabiatımda var sanırım.

Geçtiğimiz haftasonu arkadaşlarımın yanına Ankara’ya gittim. Daha önce sayısız kez gittiğim şehre son 5 yıldır hiç gitmemiştim. Galiba insanlar büyüdükçe/yaşlandıkça bir yere ait olmayı daha çok ister oluyor. Ya da ben bu aralar çok duygusal zamanlar yaşıyorum, bilmiyorum.

Ankara bana bu sefer çok farklı hissettirdi. Ayazını sevdim. barlarını sevdim. sokaklarında dolanmak bile ayrı keyif verdi. Şehir evim gibi hissettirdi bana. Hiç yabancı değildim sanki.. garip biliyorum. Hele ki benim gibi düşünen biri için şuan böyle cümleler etrafında dolanmam şaşırtıcı.

Sanırım yaşlanıyorum..

İstanbul deyince aklıma gelen şeyler bir bir uçup gidiyor. Realist bir hayata geçiş yapan hayalperest dünyam ilk olarak yaşadığı şehri çıkarmak istiyor. Ama ne yazık ki alışkanlıklarından kolay vazgeçemeyen ben, kabul edemiyorum bunu.

Dönüp dolaşıp kürkçü dükkanına  geleceğimi bilsem de.. İstanbul’dan yavaş yavaş ayrılmak istiyorum. Kim bilir belki özlemeliyim.. sınırlarından insan kusan bu şehri. Belki de onu uzaktan sevmek aşkların en güzelidir??

...
Neyse bana Ankara’yı sevdiren iki insandan bahsedip; bu duygusal/ağlamaklı yazıma son vermek istiyorum.

İlki, Barış Bıçakçı tabii..  Bizim Büyük Çaresizliğimiz’i okuyup, Enderle Çetin’in elinden tutup Ankara’nın grisinde gözleri kapalı yürümeyi istemem mi? ya da Baharda Yine Geliriz’in ezbere bildiğim öyküsünü eline alıp; ‘yolculuk..’ demez miyim, sanki karşımdaki sesin bana ‘içimizdeki taşlar yerine oturuyor’ demesini bekler gibi..

Ne bileyim işte.. dedim ya bu aralar hassasiyet çanları duygusallığa yakın çalıyor. Nihal gibi konuşayım o halde.. ‘geç ve sarhoş gelirsem beni yine sever misiniz?’

İkincisi de şüphesiz Behzat amirim.

Bu konu hakkında daha fazla söze gerek var mı ki..




8.12.15

Bırakalım Dağınık Kalsın..

çünkü yine dağıldı. 
                                                                                                                                                                                                                                                                                                                       13.11.15/

(21:32)
Her şey Sofar’dan Salon’a etkinliğinde keşfettiğim Deniz Tekin’i dinlememle başladı. Öyle bir ses ki, 18 yaşındaki bir kızdan Ahmet Kaya dinliyorsunuz ve yadırgamıyorsunuz.. öyle düşünün.
İşte benim bünyem bu sesle birlikte bağışıklığını kırıverdi. Çok fena bir alışkanlığın orta yerine düştüm.  

(22:01)
Hiç üstünden ayları hatta yılları devirdiğiniz bir an’ı dün gibi hatırladığınız oldu mu? Ama anımsamak değil.. sanki şuan yaşıyormuş gibi hissetmekten bahsediyorum.

hep Deniz Tekin yüzünden..

(23:52)
Yazıp silmekten bitap düştüğüm saatlerin bilmemkaçındayım. Boş bir sayfayı önüme alıp oturduğum saatin üstünden çok geçti. Ama hala bazı kelimeleri söylemeden derdimi anlatmanın yolunu bulamadım. olmayacak deyip boş mu versem, yoksa ‘Sezenler Olmuş’u dinleyip kendime bir şans daha mı versem bilemedim.

(00:00)
Kafamı geriye çevirdiğimde, başım dönüyor demiştim günün birinde. Arada sırada doğru laflar da dökülüyor ağzımdan, şaşırtıcı.

Bakıyorum da.. suçu başkalarına attığım bazı hataları yaşamama sebep olmuşum. Ya da kabul edemediğim şansların altında ezilmişim. Belki de fark edemediğim bir Disney masalının orta yerinde sıkışıp kalmışım..

(01:47)
Ama ne var biliyor musunuz, ne fark ettim. Tüm bu varsayımlar.. hepsi, beni  Ahmet Kaya’nın o meşhur şarkısının şu dizesine getirip sırt üstü yere atıyor:

‘kederli bir akşam içmişiz, sarhoşuz hepsi bu.'

29.11.15

-dizi dizi- günler!!

Kırk yıl düşünsem burada dizi yazısı yazacağım aklıma gelmezdi. Dizi yazısı hazırlayacak kadar hiçbir zaman dizi izleyemedim çünkü. Maximum takip ettiğim bir dizi olurdu, o da taş çatlasın yılda iki üçü bulurdu. Ama hep imrenmiştim, ne yalan söyleyeyim.  Böyle dizileri sıralardı arkadaşlarım.. ahh be derdim!! Ben de izlesem keşke, ama olmuyordu. Filmler hep önüne geçiyordu bu isteğimin.

Ama işte gelin görün ki.. evren mi tersine döndü, benim kafama saksı mı düştü bilmiyorum. İşten ayrıldıktan sonra bu 21 günlük süre içinde bir elimi geçmez izlediğim filmler. Ama diziler.. ohoooo..

Nedenini bilmiyorum, aslında sorgulamıyorum da:) şimdilik bu halimden memnunum.. işsizim ve tam bir dizi takipçisi oldum olley!!

Peki bakalım azıcık merak ettiniz mi şimdi ben neleri izliyorum diye..

İşteee!!:


#How to Make it in Amerika
Amerika!! Fırsatlar ülkesi. Nasıl İstanbul’un taşı toprağı altınsa o kadar işte.

New York’ta geçen dizileri filmleri sırf NY’da olduğu için seviyorum. Başka bir sebebe ihtiyaç dahi duymadan.. bazılarında hayalimizdeki New York (mesela Friends’te olduğu gibi:)) bazılarında ise How to Make it in Amerika’daki gibi realite devreye giriyor. Öyle ahım şahım bir konusu yok, sit-com falan da değil; ama çok garip bir şekilde karakterler sizi kendilerine çekiveriyor.

Ama beni esas kalbimden vuran şey ise jenerikte çalan müzik ve NY fotoğrafları. Bir bakın bakalım..


#The Affair
Buna nasıl ulaştım da izlemeye başladım bilmiyorum. Joshua jackson’ın kadroda yer alması ve ilişkiler üzerine bir konusunun olması dikkatimi çekmişti diye hatırlıyorum. Ama inanın beni bu kadar saracağını ve her hafta yeni bölümü sabırsızlıkla bekleyeceğimi düşünmezdim. Özellikle 2.sezonu mükemmel. İlk birkaç bölüme dayanır da devam ederseniz, siz de kapılcaksınız bence. (ben Joshua Jackson hatırına devam edeceğimi düşünürken, diziyi sevdim iyi mi??)

Klişeleşmiş bir ‘aldatma’ hikayesi; karakterlerin bakış açısıyla izlediğimizde gerçekten ilişkiler birer bulmacaya dönüşüyor. Dediğim gibi birkaç bölüm şans verin.. sever de izlerseniz, bölümlerin sonunda yorum yapacak arkadaşlarım olur!:) 

Ayrıca açılışta çalan şarkıya ba-yı-lı-yo-rum!!


#How to Get Away with Murder
Ne zamandı hatırlamıyorum. Lazzy Otter’ın harika dizi önerileri verdiği bir yazısıydı sanırsam. (artık pek yapmıyor sanki:/)
Bu diziyle karşılaştım, ve hemen başladım. 2.sezonunun gelmesiyle evde bir bayram havası estiren dizim; her bölümünde ‘aman tanrım!!’ ‘yok artıık’ nidalarıma layık oluyor. Sezonlar nerdeyse bir film gibi, bölümler arasında sürekli flashbackler’le izleyiciyi her daim merak ve heyecan içinde bırakmayı başarıyor. Gerçekten harika! Prof. Keating’e saygılarımla..


#Murder in the First
How to Get Away Murder’a başladığım dönemlerde, o sıralar cinayetli dizilere sarmışım belli. (aa o dönem başladığım  bir de Forever var, ama onu bu listeye eklemiyorum. Yeni bölümleri gelsin öyle..) Öyle bakınıp dururken bu diziyle yolum kesişiverdi. Tamamen iç güdüsel başladığım diziyi de baya bi sevdim. İlk sezonunu iple çekerek devam ettiğim dizi, 2. Sezonunda da beni hayal kırıklığına uğratmadı. Son 3 bölümünü İngilizce izlemek zorunda kalsam da.. (neden çevirmiyor bu insafsızlar bu bölümleri bilmiyorum!!) cinayet filmlerini ve ‘katil kim?’ sorusundan hoşlananları buraya çağırıyorum!


#Da Vinci’s Demons
Aslında bu diziye 2013’te Almanya’da olduğum dönemde başlamıştım. İlk sezonu büyük bir zevkle izleyip, bıraktığım tek dizi. Sonra düşündüm kendi kendime neden.. ve zararın neresinden dönülse kârdır diyerek 3. Sezonunun yayınlanmaya başladığı günlerde taa en baştan izlemeye başladım. Hiiç pişman değilim, ama daha son sezona gelmedim.. aman spoilerden uzak kalalım:)

Tarihi dizileri aslında çok takip etmem. Ama işin içine Da Vinci ve Floransa girince işler benim için değişti. (varsa önereceğiniz tarihi diziler.. beklerim:))


#Dawson’s Creek 
İşte bu bir efsane.. ergenliğimin Capeside’ı. İlk aşklarımdan Pacey Witter! North Calorina’ya olan ilgimin sebebi. (bir itiraf: haala telefonum Paula Cole’dan ‘I dont want to wait’ çalıyor).

The Affair izlerken sanırım Joshua Jackson aşkım depreşti, hoop bir eski günlere gittim ve hadi yeniden Dawson’s Creek izlemeye başlayayım belki yine o zamanlardaki gibi güzel hissederim dedim. bir çok şey değişse de, üzerinden yıllar da geçse Dawson’s Creek’i yine yeniden her şekilde sevdim.  

Eğer hala içinizde izlemeyen varsa.. ayıp eder.



o halde ben kaçtım! size iyi seyirler.
kendinize iyi davranın..


2.11.15

Hepimiz doğaçlama yaşıyoruz..

ve her şey zamanlama meselesi..


Bazı şarkılar sebepsiz yere mutlu ediyor beni. Suratımın orta yerine saçma sapan bir gülümseme yerleşiyor. Nedeni çözemeyeceğim bir mutluluk yaşıyorum. Sonra o şarkıyı tekrar tekrar dinliyorum.. bıkmadan defalarca belki de.. Kafamda bir anıyla birleştiriyorum,  ya da yaşanması imkansıza yakın bir hayalle taçlandırıyorum o parçayı.

‘Hero’yu ilk kez Boyhood’da duymuştum. Richard Linklater’ın olağanüstü soundtrack seçimiyle beni bir dönem müptelası yapan o güzel film sayesinde keşfetmiştim bu güzel şarkıyı. Ve ‘Family of the Year’ isimli bu tatlı grubu..

Daha sonra.. Mark Ruffalo’nun tüm filmlerini izlemeliyim listemin izinden giderken karşıma çıkan ve izlediğim Thanks for Sharing’in final sahnesinde karşılaştım aynı şarkıyla. Yine bayılarak defalarca dinledim.
(filmlerin gösterim tarihine kronolijik sırayla bakarsak, aslında bu filmde daha önce çalmış. Ama ben bazen geriden gitmeyi, yada geriye gitmeyi mi demeli.. seviyorum işte.)

Bazı şarkılar: diğerlerinden daha samimi gelir, nasılını anlatamaz fazlasıyla yakın hissedersin ya.. aynen öyle.

Bugün bi yerde bu şarkıyla yollarım bir kez daha kesişti. (bu şarkının playlistimde olması ve neredeyse her gün dinlememi bu konunun dışında tutuyorum.) Sonra dayanamadım, Boyhood’u tekrardan izlemeye başladım. Geçen yıl ilk kez izlediğimde, bu filmin de ikinci kez izlemeyi hak eden o büyülü filmlerden olduğunu biliyordum. Zaten Linklater imzası taşıyan bir film nasıl öyle olmasın ki..

Ama filmin süresinin fazlaca uzun olmasından ötürü, bu tekrarı ne zaman yapacağımdan emin olamamıştım. Gün bugünmüş, saatini önemsemeden izlemeye başladım; ve zaman nasıl geçti inanın hiç anlamadım.

Uzuun uzun size Boyhood’u anlatırdım ama.. nasıl desem bu öyle anlatılacak filmlerden değil pek. Anlaması da izlemesi de kişiye özel.

Şöyle ki.. Bir çocuğun 6 yaşından 18 yaşına kadar olan süreyi Linklater’ın önemli gördüğü perspektiften izliyorsun. Yalnızca çocuğunda değil üstelik; ablasının, annesinin, babasının, yapılan tercihlerin, pişmanlıkların, geri dönüşlerin, büyük değişimlerin, gelenlerin gidenlerin.. bir hayatta gerçekte ne varsa hepsinin bir geçidini izliyorsun. Hayatın aslında bir kurgu olduğunu gözler önüne seren Linklater, zaman üzerinde harika bir sihir uyguluyor.

Film, çoğu izleyen tarafından çok eleştirildi. Ben bu durumu beklenen ile bulunan arasında oluşan uçurumdan dolayı olduğunu düşünüyorum; kısacası ‘hayal kırıklığı’. Kişinin sinemaya bakış açısıyla ilgili biraz da.. mesela ‘sonunda ne olduğu belli olmayan festival filmleri’ diye bir zincirleme isim tamlaması yaratan bir kişi bu filmi sevmez, sonra da harcadığı 165 dakika için bana içinden küfreder, sonra da blogumu takibi bırakır diye korkup, kesinlikle izleyin diyemiyorum.


Ama yine de söylemekten vazgeçemiyorum.. Linklater’ın 12 yıllık emeğini bir kenara bırakalım; üstelik bence bir filmi aynı insanlarla 12 yıl boyunca çekme fikri ha-ri-ka!! Bu filmi bana hissettirdiği şeyler için seviyorum. Büyümeye, hayata, belki de kendime dair.. 

'görünüşe göre düşündüğümüz kadar özel değiliz..'



15.10.15

Bir Karanfil, Yağsa Yağmur

Büyülense yeniden dünya..

Sanırım Tom gibi ‘The Graduate’i yanlış anladığımdan geldi tüm bu şeyler başıma. Mike Nichols’a saygım büyük ama anlayamamışım işte.. İtiraf ediyorum! Hayatımın bir döneminde Tom oldum ben. Ama şöyle bir farkla.. benim hayatıma giren Autumn’la Summer aynı kişiydi. Tuhaf.. biliyorum. Ama öyleydi. Üstelik ben de sonbahar yaz’dan önce gelmişti.. ben çok sonra anladım.

Yukarıda paragrafta yazan şeylere bir anlam veremediyseniz, 500 Days of Summer’ı izlememişsinizdir. Yoksa sarhoş falan değilim, ya da şizofren de olmadım. Sakin olun..

Artık kaçıncı kez izlediğimi unuttuğum bu film, her seferinde bana farklı hissettirdiğinden olacak ki. Her izlediğimde daha çok seviyorum.

Eskiden Yeni Türkü bana sadece Süper Baba’yı hatırlatırdı. Sırf o jenerikteki müziği çalmak için yan flüt kursuna gitme isteğimle annemi çıldırtmıştım. Sonuçta gidememiş, paşa paşa dinlemekle yetinmiştim, o ayrı. Hala içimde bir ukte..

Sonra bir gün Yeni Türkü benim için daha çok anlam ifade etmeye başladı. Her şarkıda farklı bir anı biriktirdim. Fırtına’yla başladığım Yeni Türkü yolculuğum her seferinde Karanfil’le sonlandı. Bu sıralamayı hiç bozmadım. Galiba bazı alışkanlıklar beni hala mutlu ediyor. Saçma ama öyle işte.. ne yaparsın.



Daldan dala atlıyor gibi gözüküyorum ama.. işte bazen böyle oluyor. Çok şey söylemek istiyorum ama sıraya koymakta hiç başarılı olamıyorum. Sonra kafam karışıyor ve yazmaktan vazgeçiyorum. Bu kez olsun dedim. Vazgeçmemek adına.. tam şuan neyi nasıl hissediyorsam yazayım.

Ve bunları yazmadan gidersem buralardan, kendime karşı dürüst olmayacağım.

İnsanlık adına kötü bir haftaydı. Gerçi insanlık adına tek kötü haftamız ne yazık ki bu değildi. Biz uzun zamandır insanlık ayıbının içinde çürüyoruz. Farkında değiliz..

Ankara’da geçen hafta 96 kişi öldü. 96 İnsan! Öldü!

Bir insanın ölmesi ne demek biliyor musunuz? Bir insan ölür ve bir daha gelmez. Birilerinin babası, birilerinin kızı, diğerinin sevgilisi, öbürünün arkadaşı öldü. Bunun ne anlama geldiğini anlayabiliyor musunuz? Geride kalmayı. Hiç gelemeyecek birini uğurlamayı. Bir hiç uğruna kaybettiğin sevdiğin olmadan yaşamayı..

Klavye başında galeyana gelip savaş çığırtkanlığı yapan onca insancıklarımız için söylüyorum. Yahu sizin hiç mi sevdiğiniz ölmedi? Hiç mi empati duygunuz gelişmedi? Hiç mi ya..
Hala siyasi liderden, yaklaşan seçimden, kim kime hayır dedi, kimler nasıl istifa etmedi ondan bahsediyoruz. İstifa etmedi diyorum. Etmiyorlar çünkü. Hiçbir zaman etmediler. Bazen haykırasım geliyor. ‘ayrılamadığınız o koltuğunuz başınızda paralansın’ diye.. Sonra vazgeçiyorum. Nasıl olsa benim haykırışım onlara arı vızıltısı gibi gelecek.

Üniversitede ilk dersimi hiç unutmuyorum. Siyaset Bilimi’ne Giriş dersi, hepimiz heyecanlı gençleriz. Çok cool, ama aynı zamanda da sevimli bir hoca girdi içeriye. Bu iki özelliği bir arada bulunduran ender insanlardandır kendisi. Bir konu attı ortaya, şuan gerçekten ne sorduğunu hatırlamıyorum. Sadece hatırladığım şey şu. Sınıf birbirine girmişti. Sağdan soldan çekiştirilen koca bir halat vardı sanki sınıfın orta yerinde. Henüz 18-19 yaşındaydık ama her şeyi biz biliyorduk, ötekisi umrumuzda dahi değildi. Hoca, iki kolunu göğsünde birleştirip bizi koca bir ders izledi. Arada bilerek kızıştırdı da ortalığı. (Ya da ben öyle hatırlıyorum. ne de olsa aradan uzun zaman geçti..) Tartışmanın kavgaya dönüşmesine ramak kala, tüm sınıfı susturdu. Ve ‘Hepinizi dinledim. Hepiniz haklısınız belki ya da hepiniz yanlış. Ama bugünden itibaren artık siz Siyaset Bilimi okuyan öğrencilersiniz, bundan sonra bu sınıfa kahve siyasetiyle girmeyin’ dedi.

Ben 5 yılın sonunda şunu gördüm ki, hepimiz siyaseti o dumanaltı kahve köşelerinden çıkarmış; çoktan hayatımızın aslında bir siyaset olduğunu öğrenmiştik. Ve bunun temelini o ilk derste atmıştık.
Benim siyasete bakış açım üniversitedeki ilk dersimde değişti işte. Siyaseti politikadan bağımsız görmeyi öğrendim. Siyaseti hayatım her anında yaşadım, kendimce. Bunu inatla herkese göstermeye çalışanlara da hep saygı duydum. Okul bana diğer insanlara saygı duymayı öğretti. Her ne düşünürse düşünsün, onun insan olduğunu unutmamayı öğrendim. Bir çok insanın yapamadığı..
Biz ne zaman, ‘onun da orada ne işi vardı’, ‘böylelerine müstahak’, ‘onlar bize vururken iyi’ gibi gibi  tüm ‘oh olmuş’ları bırakırız. İşte o zaman dünyada bir şeyler değişir. Yoksa çürüyen insanlığın altında ezilmekten başka bir yolumuz kalmaz.

Ne diyeyim.. İnsanı sadece insan olarak görebildiğimiz, barış dolu yarınlara..


Yeni Türkü ne güzel demiş.. ‘Büyülense yeniden dünya!’

24.9.15

Eylül bitmese?

Gece saati zihin hep açıktır.
Ve insan hep bu saatlerde içindekileri kağıda dökmeye karar verir.

Tekli sayıdan çifte döndüğümüz bir Perşembe sabaha karşısı.. Kulağımda aylardır ilmik ilmik işlediğim spotify listem.. ve ben yine buradayım.

Sanırım olay yazamamamda değil, yazmaya başladığım zaman dilimindeymiş. Neyse ki sorunum çözüme ulaştı..

Salı gecesi, 'oo tatil!!' hevesim, 12yi görmeden uyuyakalmamla birlikte istediğim etkiyi bünyemde gösteremediği için adeta bir hüsran oldu. Neyse ki bugün şaşırtıcı bir şekilde uykum yok, son zamanlarımda tavuk gibi erkenden rüyalar alemine geçiş yaptığımı düşünürsek. Bu gerçekten şaşırtıcı!

Evet benim duyduğumu siz de duyuyor musunuz? Bu sesler.. Biyolojik saatimin değişme sinyalleri!

Uzuun uzun film seçmelerimin ardından.. mutlu haber blog arkadaşlarım!! Sonunda bugün film izleyebildim, üstelik 2 tane!

Tabi siz benim bu film seçememe kehanetimden bi habersiniz, buralarda bundan bahsedecek kadar var olamadım ne yazık ki.. ama durum böyleydi işte sevgili blogger arkadaşlarım. Ben çok uzun zamandır film seçemediğim için kendimi sit-com’un kucağına atıyordum. Amaa bugün şeytanın bacağını kırdım. 

Ve hemen sıcağı sıcağına burada yazayım dedim. İşteee:

#Volver (2006)

Bu bir Pedro Almadovar filmidir. Eğer siz hiç hayatınızda Almadovar filmi izlemediyseniz, henüz çok geç değil. Ama zaman aleyhinize işliyor, elinizi çabuk tutun.

Genel olarak film hakkında yapılan yorumlarda en sevmediğim şey olan spoilerden olabildiğince uzak durmaya çalışırım yazılarımda. Blogun sağ üst köşesinde ‘bu blog spoiler’ içerir yazısı bulunsa bile, beni okuyan arkadaşlarım bilirler ki hassasımdır bu konuda.

Ama inanın Volver hakkında konuşamamamın nedeni bu hassasiyetim değil. Gerçekten ama gerçekten anlatılamayacak bir film olmasından.. yer yer absürd, yer yer dram.. Almadovar filmi işte. Woody Allen filmlerinde dediğim gibi, başka tanıma ne hacet.



#Me and Earl and The Dying Girl (2015)

Filmekimi’ne gelebilecek isimlerin listesini elime aldığım ilk dakikadan beri bu filmi merak ediyordum. Ki görünen o ki, 2 hafta daha bekleyemedim ve bugün izledim.

Fakat nasıl desem.. ben bu filmi pek sevemedim.. Yani aslında tam da benim seveceğim tarzda sakin, Amerikan banliyösünde geçen sevimli, duygusal film kategorisinde değerlendirebileceğimiz bir filmdi. Olmadı..

Bir filmi fazlaca gözde büyütmenin verdiği acı gerçek. Bir türlü şu duruma kendimi alıştıramadım. Büyük umutlar, büyük hayal kırıklığı getirir.

Filmde; Rachel ile Greg’in talihsiz arkadaşlıklarının X. gününde, çocuk “dokunaklı romantik bir hikaye olsaydı, kesinlikle aşık olurduk.” diye düşünüyor.

Aynen öyle Greg! Eğer dokunaklı romantik bir hikaye olsaydı, kesinlikle bu filme aşık olurdum!


 *Rachel'ın pembe peruğuna bayıldım!

Son olarak..
İyi bayramlar, iyi sabahlar!!

E.

  

22.9.15

Eylül biterken..

“… Neden söz ettiğimi biliyorsunuz. Bütün aşklar küllenir, bütün babalar ölür, bütün hikayeler biter. Birinin yıkıntıların nöbetini tutması gerekir; işte o yüzden, biri hariç, bütün çocuklar büyür…”

Bu sözleri okuduktan sonra kitabı bitiremedim, bu sayfayı tekrar tekrar okudum.

Yakın bir arkadaşımın orantısız hayranlığına rağmen, Alper Canıgüz’ü pek sevememiştim ben. Önce Tatlı Rüyalar’ı okudum, sonra da Oğullar ve Rencide Ruhlar. Evet ikincisini birincisine oranla daha çok sevdim kabul ama, Alper Kamu Cehennem Çiçeği’ni okumak için iki yıl beklediğime göre o da beni çok etkilememiş demek ki. Geçen hafta bitirdim işte bu kitabı da, ve hala dönüp dönüp son sayfasını okuyorum.  Sanırım bazı şeylerin seni etkilemesi için hayatının bir yerinden sana dokunması gerekiyor.

Böyle işte arkadaşlar.. bu arada selam!

Uzun uzun zaman sonra.. yine döndüm dolaştım ve kürkçü dükkanına geri geldim. Yazmasam da ara sıra gelip gelip baktım, bensiz buralarda neler oluyor diye. Ama demiştim ya, sanırım biraz yazmak konusunda cesaretimi yitirdim. Hem bazen sadece okumak da güzel gelir. 

Okumak demişken, İstanbul trafiğinin bana kazandırdığı tek iyi şey herhalde sürüsüne bereket kitap okumam. İş güç derken çürüttüğüm sosyal hayatıma; otobüste kattığım kitaplar ve uyku öncesi film ve dizi seansları bir nebze olsun renk katıyor.

Bu aralar ben:

Türkiye’nin dört bir yanına dağılan üniversite arkadaşlarımla buluşma planları yapıyorum sürekli. He bir de en yakın arkadaşımın dönmesi için şafak sayıyorum.

Her gün kahveyi azaltmak için kendi kendime söz veriyorum, ve yine her gün bu sözümü tutamıyorum.

Uzun filmleri ve uzun bölümlü dizileri uykuma yenik düşüp sonlandıramadığımı fark ettikten sonra yeniden Friends’e merhaba dedim, 4. sezondayım. Favori karakterim Chandler ve Monica’nın en güzel bölümlerine geri sayıyorum.

Bol bol konser tarihlerine bakıp, ajandamı dolduruyorum.  Oh Land, Belle&Sebastian, Rhye..

Bol bol Kalben dinliyorum. Dinle!

Haruki  Murakami’nin 1Q84’ünü okumak için bayram tatilini bekliyorum.

Son olarak.. Filmekimi için sabırsızlanıyorum.

Peki ya siz?





E.

6.7.15

Günce gibi gibi..

Ne zaman geri döndüm desem de.. aslında tam olarak dönemiyorum. Ya eskiden düşündüklerimi yazmak konusunda daha cesurdum.. ya da ne bileyim yazacak değerde şeyler yaşıyordum galiba. Şu aralar hayatım o kadar olağan sınırlarda sürüp gidiyor ki, her dalgalanmada tosladığım duvara uğrayamıyorum. Öyle fazla koşturuyorum ki, düşünmek için bulduğum zaman dilimi uykuya dalmadan önce başımı yastığa koyduğum 5-10dakika.

Hayatlarımız her ne kadar karmaşık gözükse de, aslında belirli tanımlar ve sınırlar arasında, net çizgilerimizle; evet/hayır yarışması oynar gibi kısıtlıyız aslında. Çoğu kez aklımıza ilk gelen şeylerle yaşıyoruz; ya da geçmiş tecrübelerimizle hareket ediyoruz. Carpe Diem her ne kadar yaşam felsefesi olarak sunulsa da, benim için zırvadan ötesine geçemiyor. Ne yazık ki ben hayatını geçmiş zaman kiplerine göre yaşayan biriyim.


90lar deyince aklıma hep OyaBora ikilisi gelir, en sevdiğim dizi hala ve hala SüperBaba’dır. Salçalı makarnayı, hiçbir ziyafete değişmem. Yılbaşı gecesinde kestane yiyerek yılbaşı programlarını izlemekten saçma bir keyif alırım.  Yağmur yağdığında ne kadar huzur buluyorsam; güneşli ve sıcak havalarda bir o kadar huysuzumdur. Hiçbir zaman vazgeçmediğim tek ilgi alanım sinema. Sporla aram; lise sona kadar her futbol maçını seyreden fanatik bir fenerli; üç yıl öncesine kadar da geceleri saat kurup uyanan ve nba maçlarını izleyen bir Boston celticsli. Müzik hayatımın her anında yanımda, özellikle kulaklığım olmadan belediye otobüslerine adımımı dahi atmam. Sahi kırmızı belediye otobüslerini bir tek ben mi özlüyorum? Ya da gerçekten naftalin kokan çekmecemde çürüyorum da benim mi haberim yok. Heey milenyum çocukları, kurtarın beni!!

Arkadaşlarım benim için çok önemli, ama bir o kadar da yalnız kalmayı severim. Her zaman geceyi gündüze tercih ederim; zihnim ve duygularım böylelikle daha açık oluyor. Uyuyarak geçirdiğim zaman dilimine her zaman acımışımdır, neyse ki uykuya çok düşkün bir yapım hiç olmadı. Çocukken her kavganın sonunda özür dileyen ben olurdum. Sanırım tek çocuk olduğumdan, yalnız kalmaktan pek bi korkuyordum. Kimseyle aram bozulmasın diye, tüm suçun sahibi benmişim gibi davranırdım; galiba bu durum üzerimde alışkanlık yaptı, vazgeçemedim.



Bu aralar o kadar yorgun ve yoğunum ki.. uzun zamandır geceleri film izleyerek sabahlayamıyorum. Özlemişim.. belirsiz duygulardansa bağışıklık kazandığı mutsuzlukları tercih eden, kendi çapında bir vaka olan ben; tabii ki gece izleyeceğim filmi de eskiden izlediğim filmler arasından seçerek.. yine risk almadan bir geceyi daha sonlandırmış bulundum.

You Can Count On Me.

*Terry ile Rudy’nin tüm diyalogları için, yine olsun yine izlerim.
“Ama bir şeye kendimi kötü hissederim diye inanmak istemiyorum.”

Gerçekten inanmak istiyorsam inanmalıyım. Gerçekten yazmak istiyorsam yazmalıyım. Ancak o zaman doğru kelimeler yerini buluyor.

O yüzden yine yazarım demek ne kadar çok istesem de doğru gelemiyor bir türlü. Çünkü ne zaman döndüm desem, havada kaldı; sözümü unutuverdim. Sürekli ben geldim deyip, ardından ortadan kaybolan bir sevgili gibi hissediyorum kendimi. Ya yazmayı beceremiyorum, ya da ne bileyim yazmaya cesaretimi yitirdim. İşte öyle bir şey..

O halde görüşürüz. Belki yarın belki de daha sonra:)


E.

12.6.15

I'm Back!

İ-nan-mı-yo-ruuum!!

Neredeyse bir ay olmuş, ben buralara uğramayalı. Ki şaşırmamak gerek, kendimi dahi unuttuğum günlerdi. Neyse ki yavaş yavaş kendime geliyorum.

Yazmaya kendimi daha iyi anlatabilmek adına başlamıştım. Sonra filmler izlemeye başladım. Benden daha güzel anlatan insanlar keşfetmiştim çünkü. Kitaplarımdan ve yazarlarımdan bahsetmiyorum bile, onların yeri ayrı. Neyse, beni unutanlar için kendimi tanıtayım istiyorum yeni baştan. Ben yirmibeş yaşına adım atmaya yaklaşan, sinemanın her şeye iyi geleceğine inanan, bir adet yeni mezun siyaset bilimi öğrencisiyim.
Siyasetin hayatın önemli bir parçası olduğuna inanıyorum, ama bir o kadar da politikadan nefret ediyorum. Tüm günümü film izleyerek ve kitap okuyarak geçirebilirim, tabii arkadaşlarıma bu kadar düşkün olmasaydım. Onların varlığı acaba bana kaç filme, kaç kitaba mâl oluyor; ya da kaç saat uykumu kaybediyorum bu uğurda. Bunları duysalar, tüm watsap gruplarında aforoz edilirim. (o bu şu bir yana, iyi ki varlar! ve ben iyi ki uykuya çok düşkün biri değilim.)

Bu blogu 2011 yılında, bir arkadaşımla kahve içerken açmaya karar vermiştim. Maksimum bir ay yazacağımı düşündüğüm bloga bak sen, yılları devirdi. Kendimden bile beklemediğim bu şey; bana daha çok yazmayı sevdirdi, blog sayesinde tanıştığım insanlar da cabası.

Casablanca en sevdiğim filmlerden biridir. Bloga isim bulmakta hiç zorlanmamıştım. Çünkü ‘play it, Sam’ repliğini hep başucumda barındırırdım. Blogun isminin efsanevi hikayesi de böyle oluşuverdi işte.

Şimdi ben bunları neden anlatıyorum? (niye çıktım, neden çıktım, bunu izaha gerek yok..)

Bilmiyorum. Galiba uzun zamandır yazamayınca aklıma düşen kelimeleri en anlamlı düzlemde birleştirmeye çalışıyorum, o kadar.

Böyle işte arkadaşlar..

İlk yazdığım yazıdan, bugüne gelene kadar ne çok şey yaşandı. Ne çok karar verdim, ne çok kararımdan caydım. Yahu bakıyorum da.. ne çok değiştim.

İnsanlar ikiye ayrılır: filmi izleyenler-filmi yaşayanlar
Ben ikinci kısımdayım. Hatta bazen o kadar çok yaşıyorum ki, o filmi içimde öldüremiyorum.

Bugünkü film önerilerim, filmlere hayat verenlere, onlarla ölüme direnenlere gelsin. Her zaman canlı tutmakta fayda var, tekrardan çekinmeyin. playagain iyidir iyi.


#Begin Again

‘bir insanın müzik listesine bakarak hakkında bir çok şey söyleyebilirsin.’

Bazı günler film izlemek isterim, ama hayal kırıklığına dayanamayacak bir günümdeyimdir misal. Ya sevmezsem filmi, ya çok sıkıcıysa.. çözüm basit. Önceden izlediğin ve sevdiğin bir filmi başlat gitsin. Güzel dakikalar garanti.

Begin Again de onlardan biri oldu geçen gün. Bol müzikli filmlerin en tatlılarından. (şuan bu yazıyı da soundtrackini dinleyerek yazıyorum mesela). Keira Knightley’den pek hoşlanmasam da Mark Ruffalo, güzel müzikler ve NewYork bana Keira’yı bile sevdirdi.



#My Life Without Me

‘birini seversin, ama bazen onu mutlu edemezsin..’

Sanırım bu film, son zamanlarda beni en çok etkileyen filmlerden biri olma ünvanını aldı. ‘Aaaa izlemediğim Mark Ruffalo filmi varmış!!’ diye attığım bir çığlığın, ve neşeyle yaptığım kahvemin ardından konusunu dahi okumadığım bu filme, bilinmezliğe doğru yola çıktım. Beklenti düşük olunca mı daha çok etkileniyorum. Yoksa, benim film zevkim gitgide kuzeye doğru mu çıkıyor. Nedenini bilmiyorum ama, ben bu filmi fazla sevdim. 

Kanada filmlerini çok seviyorum. Demiş miydim daha önce? Havasından mı suyundan mı bilmiyorum. Şimdiye kadar izlediğim tüm Kanada filmlerini sevdim.

Filmde bir replik takıldı aklıma.. ‘kimse bir süpermarkette ölümü düşünmez’ der kadın. Sizce de öyle mi?



#Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku

‘bir şeyin kalbini kırması için illa yanlış olması gerekmez ki..’

Daha önce bundan bahsettim mi, hiç hatırlamıyorum.. Filmleri not aldığım defteri karıştırırken gördüm. 5 Mart’ta izlemişim.
Bi cümle vardı filmin orta yerlerinden. ‘terk edilmek iyidir, içmek için bahanesi oluyor insanın.’ Ne doğru söz... her terk ediliş rakı masasında son bulur, eni sonu.

Genel olarak, erkeklerin aşık olduğu kadınları izlediğimiz, ıssız adamlarla dolu sinema dünyasına kadını esas yaptığı için seviyorum ben bu filmi.
Bu filmi, seven tam seviyor sevmeyen de hiç sevmiyor. Ben sevenlerin yanındayım, ya sen?



Bugünlük üç filmle kapatalım sayfayı, bu aralar erken uyumaya başladım.

Amaa son olarak, size haftasonunuzu daha güzel yapacak bir dizi önerisi sunuyorum: (tek sezon, ben iki günde bitirdim.) Mozart in the Jungle!! izleyin derim.


iyi geceler, mutlu haftasonları! dinle.

20.5.15

#FilmMeydanOkuması 29-30 (SON)

Vayy be.. resmen bitti. günü gününe yapamasam da bir meydan okumayı bitirmenin haklı gururu içerisindeyim. O halde fazla uzatmadan son iki soruyu da cevaplayıp arrivederci diyeyim..

29.Soru: Bir konuda fikrinizin değişmesine yol açan film hangisi?

Kaç saattir bunu düşünüyorum. Filmleri not aldığım aynı zamanda da günlük gibi kullandığım defterlerimi en baştan okudum. Belki bulurum böyle bir film diye, ama yok.. bu değil bu olmaz diye diye geçirdim saatleri. Üstelik bir de gereksiz bir hatıraya boğuldum. Bi hüzünlendim, bi garip oldum.
Ümit Ünal’ın ‘Nar’ diye bir filmi vardı. Deftere not düşmüşüm. (16 Temmuz 2013) 
Hatta burada da yazmıştım bir şeyler.. 

Filmden çok filmin bana bıraktığı etkiyi hatırlıyorum. O yüzden filmden bahsedemiyorum. Belki bir gün bir daha izler, anlatırım burada da..

Her neyse.. deftere not almışım, bu filmden bir replik.
“Her korkunun arasında bir dilek vardır.”

Galiba, ben bu film sayesinde korkmaktan korkmamayı öğrendim. Korkmalı insan.. korkmak iyidir!



30.Soru: En sevdiğiniz film?

Eveeet.. geldik son soruya. Tabi birçok sevdiğim film var. O kadar liste yaptık:)

Amaaa.. şöyle bir şey var ki. Her şeyde olduğu gibi bunda da bir ‘en en en çok’ sevdiğim bir filmim elbette var. o da tabii ki.. Back to the Future!!!


O zaman.. bu meydan okumayı, Marty McFly’ı beklediğim 2015 yılına ithaf ediyorum. Başka filmlerle görüşmek üzere..


E.

16.5.15

#FilmMeydanOkuması 25-26-27-28

Çok mu az kaldı?

25. Gün: Kimsenin seveceğinizi düşünmediği ama sevdiğiniz bir film seçin.

Düşünüyorum.. kimsenin seveceğimi zannetmediği ama benim sevdiğim film ne? inanın aklıma hiç gelmiyor. Bir, genelde arkadaşlarıma, etrafımdaki herkese film önerileriyle giden insan benimdir. İki, herkesin sevmediği ama senin sevdiğin bir film olsaydı soru, ohoo çok cevap bulurdum. Ama genelde böyle filmleri de bana önerirlerken, şu cümle kurulur. “ben hiç sevmedim ama, sen kesin sevecek bir şeyler bulursun..” yada tam tersi olur.. “ben çok sevdim, ama kesin sen sevmezsin şimdi bunu..”.. bu nedenle aklıma gelmiyor.. yok genelde bilirler benim neyi seveceğimi neyi sevmeyeceğim.. sürprizsiz sıkıcı bir insanım ben.

26. Gün: Kirli zevkiniz olarak nitelendireceğiniz bir film seçin.

Aslında bunu utanarak söylüyorum ama bende bu filmlerden fazlasıyla var. Özellikle iki yıl önce erasmus münasebetiyle gittiğim Almanya’da o kadar işsizdim ki neler izledim neler.. orantısız film izlediğim için de haliyle söylemeye utandığım ama izlerken de sıkılmadığım çook film var. Ama inanın hiç birinin adını hatırlamıyorum bile :D

Aylardır annem, ‘hadi sinemaya gidelim.. yok mu güzel bir film..’ dedi durdu. Altyazılı film izlemekten de hoşlanmadığı için, gitmeye zorunlu olduğum türk filmlerinden hangisini izlerken sinirlenmem ve annem sever diye arandığım günlerde imdadıma Kocan Kadar Konuş yetişti.

Meğer filmin kitabı varmış, herkes biliyormuş falan.. haberim yok. Dedim anneme hadi ona gidelim, hem Murat Yıldırım da var :D Vizyona girdiği ilk hafta annemle gidiverdik filme, annemin ‘aa aynı sen’ diye beni yandan dürtmelerinin yanında, ben baya baya eğlendim bu filmde.



27. Gün: En sevdiğiniz klasik film hangisi?

Elbette.. New York’a ve Audrey Hepburn’e tapmama neden olan film, Breakfast at Tiffany’s !!



28. Gün: En güzel film müzikleri hangi filmdeydi sizce?

İştee en sevdiğim soru:D Filmlerde en sevdiğim şeyler sanırım müzikler. Bir film ne kadar kötü olursa olsun eğer müzikleri güzelse ben o filmi kesinlikle izlerim!

Ders çalışmalarımın vazgeçilmez fon harikası soundtrackler. Ahh o kadar çok ki.. anıma, moduma, çalıştığım derse göre bile değişebilen çeşitliliğe sahip bir liste tutuyorum elimde. Ama en en güzeli arıyorsak, sanırım bıkmadan usanmadan dinlediğim, filmine ayrı müziklerine ayrı bayıldığım, filmimiz: The Perks of Being a Wallflower


ee bi dinleyin!


13.5.15

#FilmMeydanOkuması 20-21-22-23-24

O zamaaaan sayıyoruz.. 20,21,22,23,24… (yada geriye doğru mu saysaydım..)

20.Gün: Favori aktrisiniz?

Sözü uzatmıyorum.. Elbette ki, duruşundan stiline, sesinden oyunculuğuna hayran olduğum tek insan Audrey Hepburn.

En en en sevdiğim filmleri de Tiffanys’s Breakfast ve Roman Holiday.

Arkadaşlarım birkaç yıl önce doğum günümde bana Hepburn filmlerini hediye etmişlerdi, sonrasında izlemediğim filmlerini izleyerek listeyi tamamlamıştım. Ama o kadar filmini izlememe rağmen hala en sevdiklerim arasında bu iki klasik var. Ne yapayım.. seviyorum:)




21.Gün: Sizce en çok abartılan film hangisi?

Bunu daha önce de yazmıştım, ve arkadaş ortamında da sıklıkla dile getiririm. Acaba bende mi bir noksanlık var da sevemedim deyip, ikinci kez de izledim. Ama yok arkadaş ben Eternal Sunshine of the Spotless Mind’ı bir türlü sevemedim. Abartılmasını hele hiç çözemedim. Kate Winslet olmasına rağmen.. kusura bakmayın arkadaşlar ama, tamam anıları sildiriyorlar falan filan.. iyi güzel hoş senaryo da.. ben hayatımda böyle ruhsuz bir aşk görmedim ya.

Bilmiyorum..



22.Gün: Sizce en az kıymeti bilinmiş olan film hangisi?

Galiba bu kategoride en şansız olan Alman filmleri oluyor. Çocukluğumuzdan beri almanca kaba bir dil diye beynimize o kadar ince işlemişler ki.. almanca duymaktan korkar olmuştuk.

Amma velakin.. biz Kobra Takibi’yle büyüyen bir nesiliz. Mutlaka amcası halası teyzesi.. mutlaka aileden birileri gurbetçidir, ve onlarda tschüss demeyi, efendime söyleyeyim danke schön  demeyi öğrenmişizdir.

Ee hal böyleyken biz neden hala doğru düzgün alman sineması örneklerini izlemiyoruz. Mesela kaç kişiyiz Lola Rennt’i izleyen? Eğer ben değilim diyorsan.. hemen aç ve izle derim. Berlin sokaklarında geçen süper bir hikaye, özgün ve güzel bir kurgu.

(Alman sineması deyince Fatih Akın’ı selamlamadan olmaz. Im Juli de naif bir yol filmiydi be..)




23.Gün: En sevdiğiniz film kahramanı hangisiydi?

Şimdii.. doğruyu söylemek gerekirse bu sorunun cevabını bir saniye bile düşünmedim. O kadar hali hazırda duruyor ki.. biri sorsa da söylesem diye bekletiyorum gibi..

Repliklerini ezbere bildiğim, Ethan Hawke'ın canlandırdığı karakter, Reality Bites’dan: Troy Dyer!!

(şaşırdınız mı? sanmıyorum..)


  
24.Gün: Favori belgeseliniz?


Belgesellerin aslında sıkıcı bir şey olmadığını çok geç, üniversite sıralarında öğrenebildim.. bir gün bir derste ünlü belegesel yapımcısı ve aktör olan Michael Moore’a ait Sicko (Hasta) adlı belgeselini izlememle belgesellere olan bakış açım tümüyle değişti. Amerikan sağlık sistemini, diğer ülkelerle yaptığı komik ve çarpıcı karşılaştırmalarla eleştiren bu yapım, o kadar çok hoşuma gitmişti ki, sonrasında Moore’un diğer belgesellerini de izledim. Sicko hala ilk sırayı korusa da, Fahrenheit 9/11’de izlenmesi gereken yapımlardan..



Tschüss!!

8.5.15

#FilmMeydanOkuması 15-16-17-18-19

Günlerin nasıl geçtiğini anlayamadığım zamanlar.. selam olsun!

15.Gün: En sevdiğiniz bilim kurgu filmi hangisidir?

Genelde arkadaşlarım sevmezsin sen onu deselerse de, çoğunlukla bilim kurgu filmlerini severim. Şaşırtcı ama gerçek.. o yüzden bu soruyu görür görmez aklımdan onlarca film geçti.. ama ben sonunda bu soruya yanıt hakkımı, E.T.’den kullanmak istiyorum.

Üç milyon ışık yıl uzaktan gelen bir yaratığı evine alan on yaşında bir çocuk. 1982 yapımı bu film, hala hafızama yer eden fotoğraf kareleriyle ilk günkü etkisini koruyor. Uzun zamandır izlemiyorum aslında, en yakın zamanda bir hatırlatma yapmalı..  Steven Spielberg ustaya selamlar!



16.Gün: Bu sene şimdiye kadar izlediğiniz en iyi film hangisi?

‘Ben tam bir balık hafızalıyım’ deyip kurtarmak istiyorum ama.. işin içine film girince pek de bu balık hafıza halim kendini göstermez. Ama şöyle ki, bu sene tabii ki çok film izledim. Ancak bu soruya,  bu yıl vizyona giren filmler arasından seçtiğim bir filmle cevap versem daha güzel olur gibi geliyor..

Vee sadece iki gün önce izlediğim, ‘Limonata’ demek istiyorum. Ali Atay’ı yönetmen olarak eleştirenler, senaryoyu sıradan bulan bir çok kişiye rağmen, uzun zamandır bu kadar samimi ve içten bir türk filmi izlememiştim. Ali Atay’ın ilk yönetmenlik deneyimi olmasına göre, Balkanlar’da geçen sahnelerin hepsinin hakkını vermiş bence. Ortaya da sevimli, sıcacık bir yol hikayesi çıkmış. Ve tabii senaryosunu birlikte yazdığı Ertan Saban ve (o hala bizim İsmail Abimiz:)) Serkan Keskin’in oyunculukları çok iyi.

*Müzikler de başarılıydı ayrıca..



17.Gün: Geçen sene izlediğin en iyi film hangisi?

Aklıma gelen ilk filmi pat diye söylüyorum. Boyhood!!

Sinemanın acayip fikirli, zaman takıntılı yönetmeni Richard Linklater’ın yıllarca süren filmini o kadar sabırsızlıkla beklemiştim ki, eğer sevmeseydim bu hayal kırıklığını asla unutamazdım, hatta 18.günün sorusuna cevabım olurdu:D

Ancak ben bu filmi bildiğiniz evladım gibi sevdim.



18.Gün: Sizi hayal kırıklığına uğratan bir film seçin.

Mart ayında, “uzun zamandır tek başıma sinema keyfi yapmadım ben ya..” diye kendi kendime konuşurken kendimi sinema salonunda bulduğun gün geldi aklıma. Önceki filmlerine hayran olduğum, (hele hele Başka Dilde Aşk, bence gelmiş geçmiş en güzel türk filmlerinden) Mert Fırat ve İlksen Başarır’ın yeni filmine gittim.

Artık ne kadar yüksekse umutlarım, (filme gitmeden filmin soundtrackini ezbere biliyordum) tahmin ettiğimden az sevdim Bir Varmış Bir Yokmuş’u. Tek başına sinemaya gitmenin verdiği yalnızlık hissi ve sinemaya gittiğim günün verdiği ağırlık sebebiyle filmi güzelce izledim ama filmden çıktıktan bir iki saat sonra,  ‘o kadar da güzel değildi be..’ deyiverdim. 

Yani.. uzun lafın kısası.. kötü bir film miydi? hayır. hayal kırıklığına uğradım mı? evet.



19.Gün: Favori aktörünüz?

Uuu çok fazla var.. beni daha önce okuyanlar “Ethan Hawke diyecek, biliyoruz” diyorlar içlerinden, o sesleri duyabiliyorum:)

Ama şimdi, Al Pacino varken, Ethan Hawke dersem.. herkesten önce Corleone ailesine ayıp etmiş olurum. O nedenle, cevabım kesinlikle, tereddütsüz. Michael Corleone. ‘Al Pacino’ diyor..


('Scent of a Woman'daki şu dans sahnesini izleyen bir insan ‘Al Pacino’yu sevmiyorum ben’ diyemez.. kabul edemem bunu ben.. -yine izledim yine bayıldım!!)


3.5.15

#FilmMeydanOkuması 12-13-14

O zaman devam ediyorum..

12.gün: En sevdiğiniz animasyon/ çizgi film hangisi?

En eğlenceli soru bu olsa gerek. Animasyon filmlerine bayılırım, hem kim bayılmaz ki:) Ama en sevdiğim, en en sevdiğim sanırım mutfağa olan aşkım sebebiyle Ratatouille!!



13. gün: En iyi kitap uyarlaması sizce hangisi?


Kitaplardan uyarlanan filmler denince aklıma gelen ilk film ‘Ölü Ozanlar Derneği’ oluyor aslında, Robin Williams(John Keating)’a bayılıp, Robert Sean Leonard’(Neil)a aşık olup önce kitabını okuyup, filmine belirli aralıklarla sardığım. Başucu kitabım, başucu filmim her ne derseniz o işte. Ama bu soruya artık bu cevabı vermek istemiyorum.. farklılık olsun diye, bu sefer bu soruya cevap olarak farklı bir filmi söylüyorum.. One Day!

One Day’i henüz filmi çekilmeden önce, farklı kapaklı olduğu zamanlarda keşfetmiştim. (filmi olan kitapların kapaklarını film afişiyle değiştirmek nasıl çirkin, nasıl çirkin..) Ve hem oyuncu tercihi, hem de mekan seçimi konusunda beni hiç hayal kırıklığına uğratmadı. Sevdiğim filmler arasına adını yazdırdı.

Ayrıca filmin senaristi ve kitabının yazarı, David Nicholls’un son filmi Thomas Hardy’nin Çılgın Kalabalıktan Uzak kitabının uyarlaması. Kitabını okumadığım için nasıl bir uyarlama olmuş konusuna yorum yapamasam da (eleştirmenlerden bu konuda iyi yorumlar almış), filmi çok sevdiğimi söyleyebilirim. Zaten Viktoria dönemi İngiltere’sinde geçen filmler hep bir naif olur ya, Çılgın Kalabalıktan Uzak da kesinlikle öyle. İzleyin:)

(not: kaç kere izlediğimi unuttuğum, Becoming Jane’e alternatif buldum!! diye ayrıldım sinemadan..)



14.Gün: En sevdiğiniz film repliği hangisi?

O kadar çok ki.. herhalde diğer sorulara kıyasla en çok bu soruda seçmekte zorlandım. Bir çok filmden, fazlasıyla replik biriktirdim ben. Şimdi birini söylesem birinin hatrı kalır, hiç söylemesem gönül razı değil.

O nedenle blogumun da ismini esinlendiğim. Pek sevdiğim filmim Casablanca’dan gelsin..