16.2.12

Ünlü olmak zor zanaat!

  Şan, şöhret, para, pul.. gözüm görmez ben mutlu olmadıkça..

  Bugün bi kere daha anladım ki; belgesellerdense biyografik, anı filmlerini daha çok seviyorum. Kurgusuz film izliyorsun gibi bişey. Hem gerçek hem değil gibi.

                                                                               'My Week With Marilyn'
  Marilyn Monroe, o bir tanrıça!
  Patlayan flaşların göz alıcı dünyasında ne kadar büyüleyiciyse kapıların arkasında kendi dünyasında o kadar karanlık. Onun için makyajsız yaşam=mutsuzluk. Dünya starı olmak demek her şey demek değilmiş anladık. İnsan hayatının her anında bir poz kadar sahte olamıyor maalesef. Bu bir tanrıça bile olsa kural aynı, oyun aynı.

 Colin Clark’ın günlüklerinden uyarlanan, yani o zamanlar sadece bir yönetmen asistanı olan 23 yaşındaki Colin’in gözünden, Marilyn.. The Prince and the Showgirl filminin setinde geçen günler.. Marilyn ile bir hafta..

dipnot*: Michelle Williams olağanüstü performansıyla tıpkı Marilyn Monroe gibi, hatta aynısı^_^ dansıyla, mimikleriyle, bakışıyla sanki Monroe yeniden yaşıyormuş gibi.. hiç aklıma gelmezdi; bi zamanların Dawsons Creek’inin  Jen’i olan Williams böyle bi kadına dönüşecek, şaşılacak şey.

dipnot**: sadece o mu? Vivien, Laurence, Colin.. hepsi mi bu kadar gerçeğine benzer.
Ahh ne yazık ki ne bir ünlüye benziyorum ne de rol yeteneğine sahibim, doğuştan şansızım ne yaparsın..

E.

13.2.12

Biri "aşk mutfakta pişer" mi dedi?


  Hep seçimler yaparız. Seçim demek ne kadar doğruysa tabi. Bazen isteyerek bazen zorla bazen de tesadüfen olur. Sen seçtiğini sanırsın ama aslında o seni seçmiştir çaktırmadan. Önce korkarsın, kaçarsın, ağlarsın belki de; sonra alışırsın, seversin, gülersin hatta. Zorunlu veya değil seçimlerimizi itirazsız yaşarız biz. Ne kadar şikayet etsek de kabul etmeliyiz ki boyun eğeriz çoğu zaman bu seçimlere. Geriye de sadece keşkeden öte geçemeyen sözcükler salatası kalır.
  Bir de bu seçime maruz kalanın yanındakiler vardır. Hep dillerinde: “ben olsam şöyle olurdu.. iyi ki senin yerinde değilim..” gibisinden bi ton laf. Empatinin pek uğramadığı, adı var kendi yok durumu tam da bu olsa gerek. Bilmem ki empati için insanlığı mı insanları mı sevmek gerekir? Her neyse zaten her ikisi de herkesin aradığı ama bulamadığı ender şeylerden değil mi sonuçta.

  Peki aşk?
 Biraz önce bi film izledim. Dvd kapağında ‘aşkı asla sen seçemezsin.. o seni seçer’ yazıyor. Tıpkı bi şarkı gibi.. frankie and johnnyhttp://fizy.com/#s/1dlaag

                                                                                   'Frankie and Johnny'

  “Yalnız olmaktan korkuyorum. Yalnız olmamaktan korkuyorum. Olduğum ve olmadığım, olabileceğim ve hiç olamayacağım şeyden korkuyorum. Hayatımın sonuna kadar işimde kalmak istemiyorum ama bırakmaktan korkuyorum. Ve sadece çok yoruldum biliyor musun, korkuyor olmaktan çok yoruldum” –Frankie

  New York’un o karmaşasını bikaç metrekareye sıkıştırmış olan küçük bi lokanta-apollo cafe- ve içinde pişen çok lezzetli bi aşk. Michelle Pfeiffer-Al Pacino yani Franki and Johnny. Tıpkı bi şarkı gibi..

dipnot*: Frankie’ye göre onlar çırpılmış ve pişmiş yumurta kadar farklılarmış –çok sevdim ve dvd arkasından çaldımJ-
bir de Johnny’nin yaptığı o patatesli gülden bende istiyorum^_^

bunu da dinleyinhttp://fizy.com/#s/172nfj
E.

2.2.12

Sabrina!!!

  “Mutlu bir aşık soufflé’yi yakar
   Mutsuz bir aşık fırını yakmayı unutur.”

   Fakir kız-zengin erkek. Külkedisi-prens. Malum bu ikilemelerle sık sık karşılaşırız. Ve genelde de görürüz ki,  kızın çocukluk hayalleri onu sinderalla’ya dönüştüren sihirli değnekle birlikte gerçekleşmeye başlayıverir. Artık her şey esas kızla esas oğlan içindir, dünya onların etrafında dönmeye başlar, her şey toz pembedir. Ama işte her baba Hulusi Kentmen değil, parayla saadet olmaz sözü de şarkıdan ötesi değilken; görürüz ki esas oğlan da gerçekten esas değilmiş.
 Bu hikaye çoğunuza tanıdık gelmiştir. Biraz yeşilçam tadında biraz da bir istanbul masalı kıvamında.Hatırlarsınız mutlaka; fondan yavaş yavaş yükselen saksafon sesiyle başlayan, çirkin ördek yavrusu esmanın masum aşkını. Bir İstanbul Masalını..

                                                                                                'Sabrina'

   Bu masal ise.. nerede mi başlıyor? Paris’te.. -boşuna aşkın şehri denmemiş ona-
   Yağmurda çok tatlı kokan, nemli kestane ağaçlarının olduğu, aşkın, müziğin şehri, Sabrina’nın rüyası, miladı, geleceği..
   New York’un en zengin ailelerinden Larabee’lerin iki zıt karakterli oğulları; David ve Linus. ve onların tek ortak noktası: Sabrina!!

dipnot*: filmde Audrey Hepburn’un o tatlı sesinden dinlediğimiz, her Paris görüntüsünün arkasında mutlaka duyduğumuz.. ‘la vie en rose’http://fizy.com/#s/16r9vy

dipnot**: bu masalda her ne kadar Paris önemliyse de, yalnız ondan ibaret değil. New York’u da es geçmemek gerek..

E.

26.1.12

Bazen kaçamazsın..

    Hepimizin beni asla bırakma dediği biri vardır hayatında. Zaman mekan önemsiz o kişinin varlığıdır esas olan. Gerçek veya hayal, yanında veya uzakta..

                                                                                      'Never Let Me Go'

   Eğer yaşama sebebin bir başkasını kurtarmaksa ve sen bunu taa en başından beri biliyorsan. Hayatın kurtardığın-kurtaracağın hayatlardan ne kadar farklı olabilir? Hepimizin bir gün son bulacağı dünyada; yaşadıklarının ve ellerinde kalan zamanın farkında olanlar-bazılarımız-.. onların hikayesi.. Hailsham’da başlayan bir aşk.. umutların döküldüğü sanat..
    İçimizde tuttuğumuz, sarınıp sarmalandığımız umutlardır bizi hayata bağlayan. Kimi zaman hatta çoğu zaman, olmayacağını bile bile, yalan olduğunu bile bile bırakamamak bundandır işte..

    
    Miss Emily: "Biz galeriyi ruhlarınıza bakmak için kurmadık. Bir ruhunuz var mı yok mu ona bakmak için kurduk"
    Kathy: "Erteleme diye bir şey yok Tommy"

   Uzun zamandır filmlerin beni etkilememesinden şikayetçiydim. Eskiden olsa hüngür hüngür ağlardım ben, neden artık giremiyorum filmin kalbine diye söyleniyorum aylardır. Sonunda buldum sanırım, hüngür hüngür olmasa da, son dakikalarda aralıksız aktı yaşlar. Hani bazı filmler vardır ya, film biter ama etkisi gitmez.. anlamsız bir şekilde mutsuzsundur hala, akamayan göz yaşları huzursuz beklemededir.. aynısı tıpkısı şuan içinde bulunduğum eşittir ruh halim.. hepsi için teşekkürler Kathy-Tommy..

dipnot*: hayranlık ötesi=Carey Mulligan -sessizliğine sakladığı doğal haliyle-
E.

24.1.12

Biraz geç kalınmışlık var ama.. olsun!

   Aylardır bana raftan mahcup mahcup bakarak göz kırpan MadMad dvdsi senden bahsediyorum. Önce erteledim, sonra grip oldum, sonra sınavlar geldi,sonra sonra derken.. sonunda başladım ve iki günde ilk sezonu yarıladım.
                                                                                                  'MadMan'

    Peki neden MadMan? Kimdir bu? Nedir esprisi? diyen varsa..
   İnce kurulmuş bi saat olan ve durmadan tik tak tik tak çalışan NewYork’ta bi reklam şirketi, ve tam da o şirketin ortasına bomba gibi düşen bir adet DonDraper -daha ziyade MadMan denilebir- Yani hikaye bu, bir adam ve etrafındakiler.

   Reklam dünyası hep farklılığıyla bilinir. Kabul etmek gerek biraz uçuk bi sektör haliyle. Düşünün bi de yıl 1960, yer NewYork olunca iş kendiliğinden tavan yapmış oluyor. O muhteşem kıyafetler, müzikler, replikler insanı büyülemesinde ne yapsın. Tabi ki bir de Don Draper faktörü var -atlaması olası bile değil-.
   Ee o zaman geriye yapacak tek şey kalır. Hem kendime hem de size benden bi ‘iyi seyirler’.

  dipnot*: reklamlar, toplantılar, sekreterler.. bana bambaşka bir yılda geçen bambaşka bir şirket filminin hatırlattı. Bu kez moda ve tabi ki the devil wears prada. İzlemeyen kalmış mıdır bilmiyorum gerçi ama eğer varsa bunu da izlemek şart derim ben!


                                                                            'The Devil Wears Prada'

   Modaya ucundan köşesinden değinmişken, MadMan izlememe sponsor olan http://used-look.blogspot.com/a göz atmadan geçmeyelim ^_^

    E.