1.6.14

Deneme birki..

Klasik sınav haftası “ne yapsamlar” içerisindeyim. Ders çalışmamak adına verdiğim bu mücadele; her dönem olduğu gibi yine kendini tüm ihtişamıyla göstermekte. Bir kere ders çalışmak için bazı ritüellerin gerçekleştirilmesi lazım.. misal: önce bir kahve yapılır. (mümkünse en büyük kupaya konur); yanında bisküvi (kurabiye varsa baldan tatlı olur); sonra sıra ders çalışma müziği seçmeye gelir (ben tercihimi genelde playlistten ziyade albümden yana kullanıyorum, yani bir albüm sürekli dönüyor, aynı sesi duymak istemek gibi garip bir takıntım var); boş a4 kağıtlar alt alta konulduktan sonra renkli renkli kalemlerimden biriyle dersin ismi güzel bir şekilde yazılır ve sayfanın sol üst köşesine küçük bir(1)-rakamla- sayfa sayısı kondurulur (ne de olsa onlardan çok fazla olacak sırasını karıştırmak istemeyiz değil mi?); aa önemli bir kısmı atladım. İnternette üç sekme açmak da şart bu eylemin gereğine uygun gerçekleşmesi için; onlar sırasıyla: google translate, zargan vee tabii ki vikipedia:) Bu işlem de tamamsa; elif için ders çalışma vakti gelmiş demektir. Duydunuz zilin sesini!!

Amaaa.. evet burada kocaman bir ama devreye giriyor ne yazık ki. Sorun şu ki ben yaklaşık iki gündür ikinci aşamanın ötesine geçemiyorum. Yani kahve+bisküvi tamam da.. sonrası yok. Ya inanır mısınız müzik dahi seçemiyorum.. seçmekle uğraşırken bi bakmışım zaman su gibi akmış gitmiş. (arayıp yine bana ders çalışma müziği söylesene demek istiyorum ama o bile içimden gelmiyor)
İyi haber! Bugün 2.aşamayı başarıyla geçtim; müzik tamam!! Şanslı müzisyenimizzz: Jeff Buckley! Ancak şimdi oturmuş blog için bu yazıyı yazdığımı düşünürsek.. anlaşıldığı üzere diğer aşamaya geçip o a4 kağıtlarıyla buluşamadım.. Bugün de ders çalışmak kısmet değilmiş. Yarın sınav kağıdına küçük bir not düşeceğim: “yanılmışım, Jeff Buckley ders çalışma isteği değil ders çalışmama isteği veriyormuş. Hallelujah’ı dinlemiş miydiniz?”

Ee madem yazmaya başladım susmak olmaz şimdi. Başladım mı bi kez; birkaç filmden de mi bahsetsem diye düşünmeden edemiyorum..

#im Juli

Aslında bunun için ayrı bir yazı yazmayı çok istedim; her masaya oturduğumda bu film için aldığım o küçük küçük notlara bakıyorum ama ne kadar istesem de yazamıyorum. Başroldeki adamı koş lola koştan beri severim; malum meşhur alman aktör. (İsim vermiyorum merak eden herhangi bir arama motorunu kullanabilir)
Filmin rengi sarı. Evet sarı. Güneş gibi.. şarkılar da baya güzel. Neden tüm yolculuk hikayelerine bulduğum renk sarı diye düşünüyorum da; bilmiyorum galiba yol hikayelerine en çok o rengi yakıştırıyorum. Bkz!
hayatta en güzel şey bedavadır. Alın size filmden bir alıntı. Peki sizce nedir o bedava olan güzel şey?


#pazarları hiç sevmem

Ben de!! Hiç sevmem; perşembeleri de sevmem hatta. Bu iki günle alıp veremediğim ciddi sorunlarım var. Bu filmin fragmanını ilk bir sinema salonunda bir başka filmi beklerken görmüştüm. Önce oyuncular dikkatimi çekti. Melisa Sözen ile Umut Kurt ( başrolde başka bir adam daha var ama adını hatırlamıyorum; ki fragmanı gördüğümde tanımıyordum bile) sonra filmin ismi çok hoşuma gitti.  Yanımdaki arkadaşımın kulağına eğilip ‘aa bu filme geliriz; güzele benziyor’ desem de düne kadar izlemedim, hatta izleme girişiminde dahi bulunmadım. Dün izledim. (çok boş vaktim var yaa.(!)) Festival filmleri tadında; yani bir öykünün giriş-gelişme-sonuç kısmı olur ya genelde; bunda yok. Biz sadece gelişme kısmında gerçekleşen bir olaya tanıklık ediyoruz. Hikaye biraz absürt. Açıkça söylemek gerekirse ne çok güldüm ne çok üzüldüm; ama nedendir bilmem sevdim ben bu filmi. Böyle ruhu güzel; rengi güzel. Hee merak edenler için bu filmin rengi beyaz.
Sıra alıntı da.. bir tek bunu not aldım film boyunca: gel desen gelebilir mi? hıı, ne dersin?



#greetings from Tim Buckley

Son olarak; günün anlam ve önemini de teşkil eden şu önemli şahsın ve babasının filminden bahsetmek iyi olur sanki.. Henüz türkiyede vizyona girmedi; benim bilgisayarımda ise yaklaşık 2-3 aydır izlenmek için bekliyor. Altyazı bulamadığım için izleyemediğim her gün kan ağlıyordu içim. Sonra bir gün berbat bir altyazı buldum; ama yine de izledim. (neyse ki, ingilizcem anlamam da yeterli oldu, o altyazıya kalsaydım yanmıştım.)
Penn Badgley’i pek bi severim ben. Baya severim hatta yani öyle böyle değil:) Onun başrolünde olduğunu öğrendiğimde hem de Jeff Buckley’i canlandırdığını duyunca. Bir taşla iki kuş vurmanın heyecanına kapılmıştım, en doğru tabir bu herhalde. (laf aramızda Jeff için Penn’den başkasını düşünemiyorum)
Eğer Tim Buckley-Jeff Buckley seviyorsanız. Hemen izleyin, durmayın. Müzikler için yeter!
Bilmiyorum bu baba oğul mu etkili oldu, müzikler mi, Penn mi bilmiyorum. Hiç hayal kırıklığı yaşamadım, hatta etkisinden iki üç gün çıkamayıp kendimi Tim-Jeff Buckley şarkılarına vurdum.
Ritüeli bozmayalım.. renk lacivert (siyah değil). Ama burada alıntı yapmak zor; tüm şarkılar desem belki? Aa ama şöyle bir şey vardı: viskine buz koyarken, ne düşünüyordun bilmiyorum. Ben de bilmiyorum gerçekten ne düşünüyorsunuz?
Bu kadar bahsetmişken.. şunu dinlemeden gitmeyin: tıktık!




Eveet.. kahvem bitti. Yanına koyduğum eti burçak bisküvilerim de artık yok. Jeff’in Grace albümünde de başa döndüğüme göre.. Sanırım artık çanlar benim için çalıyor. Ders çalışma vakti!!
En iyisi ben bir çay demleyeyim..

E.

28.5.14

Belirtisiz İsim Tamlaması

03.32'

Konuşamadığını fark edince, eline aldığı kağıda kusmaya başlıyor içindekileri..

“O satırları kaç defa okudum hatırlamıyorum. Sanki daha yavaş okudukça bir şeyler bulacakmışım gibi, her noktasına virgülüne anlam yükleyerek defalarca okudum hepsini. Belki satır arasının birinde kendimi bulurum diye bugün en baştan tekrar okudum onca okumalar yetmezmiş gibi, sanki daha önce hiç okumamışım gibi.
Bulamadım. Hiçbir cümlenin hiçbir kısmında yoktum. Hiçbiri bana kendimi hatırlatmadı. Ne ben vardım ne gölgem ne sesim ne sözüm. Başkasının hatıraları arasına sıkışmış gibi hissettim kendimi. Senin hiç böyle hissettiğin olmuş muydu? Bir başkasının karartısı altında kaybolduğun. O karanlıktan kurtulmak için çabaladıkça yok olduğun. Hiç ‘o’ olmak istediğin bir anın oldu mu? Ya da şöyle sormalı.. hiç birini tanımadan ondan nefret ettin mi? Nefret denilemez belki ama.. kızgınlık belki.Belki de kıskançlık. ‘Senin yüzünden hiç tanımadığım birine çok kızgınım’ diyebileceğim bir var mı diye düşünüyorum.. (evet var) Nedenini inan bilmiyorum.”

Kendi yazdıklarına dönüyor sonra.. bazı zamirler çok acı veriyor işte. Sayfanın sol üst köşesinde 1.03 yazan bir kağıdı buluyor şimdi de. (1 Martı kastediyor belli ki; yıl önemli değil) Sanki her kelimesini ezberlemek istiyormuş gibi defalarca okuyor. Kafasını kaldırmadığından ağlayıp ağlamadığını anlamıyorum. Ama mutsuz. Bunu için yüzünü görmeme gerek yok.
Tekrar tekrar okuyor…

 (1.03)
"Canım öyle sıkkın ki kusana kadar ağlamak istiyorum. İçimde bir şeyler çok derin kanıyor. Durduramıyorum.
Bak yine..
Bardak taşma noktasında. Su ağzına kadar.. üzerine eğilip içiyorum; ama çok zor oluyor. Tam içerken biri adımı söylüyor. Derinlerden biri sesleniyor. Kafamı o kadar ani çeviriyorum ki.. bardak tuz buz; masa ıslak. Sana bakıyorum gözlerin ıslak; ağzın ıslak.
Cam parçalarını toplamaya çalışıyorum. Cam parçası parlıyor her yer. Başka yollar arıyorum; her gece. Her gece susturuyorum kendimi.
Çok özledim.
Yine boktan bir gece ve yine mutsuzum.

Üstelik şubat bitti, ben ise marta henüz hazır değilim. Hiç..”


E.

14.4.14

Koş Xavier!

Hegel zamanında “her şey, ötesini, hali hazırda kendi içinde barındırır” demiş..

Üç yıl önceydi sanırım erasmusla ispanyaya gitme kararı verdim. Ama ne oldu bilmiyorum, vazgeçtim ve sınavı kaçırdım. Sonraki yıl tekrardan gitmek istedim. İstanbuldan gitme fikri o kadar iyi olacaktı ki, kaçmak gibi bir şey.. Sınava girdim, kazandım ama ispanyayı değil almanyayı. Hiç aklımda olmayan bir ülkeye gidiyordum, çok korktum ama vazgeçmedim. Sonra zaman yaklaştı, uçak bileti aldım. Sonra gitmek istemedim, bırakmak bir yıl öncesi kadar kolay gelmemeye başladı.  Son bir ay kala gitmemeyi çok düşündüm, itiraf ediyorum. Ama gittim. Bir ton belge işi, kafayı yememe sebep olan yazışmalar,postalar, imzalar.. tüm o angarya bürokrasiyi atlatıp beş aylığına almanyaya gideli bir yıl oluyor şimdi. Geçen yıl bu zamanlardı ile başlayan, iyi ki gittimle sonlanan cümlelerden etrafımdaki herkesi bunaltmış durumdayım şuan. Zaman işte, çabuk değişiyor her şey.



Erasmus kararımdan çok kısa bir süre sonra ‘L’auberge Espagnole’ izlemiştim. Barcelonada erasmus böylemiymiş diye bitirmiştim filmi. Almanya’dan döndükten sorna tekrar izledim, ve tabii ki daha çok sevdim. Ee ne de olsa hayatımızdan kesitleri izlemek hep daha güzel gelmiştir biz insanoğluna, hep kendi hatıralarımıza uygun hikayeler ararız. Neyse işte, hemen ardından ‘Les Poupees Russes’ izledim, filmin devamıydı. Xavier ölsün dediğimi hatırlıyorum filmin sonunda. Büyüyemeyen bir çocuktu, aslında hiçbir zaman neden orada olduğunu bilmeyen bir çocuk.

‘ona beraberken hiç söylemeyeceğim şeyleri yazmaya başladım’ hep böyle mi olur? Sanırım evet. Biz insanoğlu aynı zamanda yaşamaktan dahi korkan zavallı yaratıklarız. Xavier de böyle yazmaya başladı işte,  ama sorun şu ki yazdıkça büyüdü her şey; yazdıkça karmaşıklaştı. Yazdıkça büyüttü her şeyi gözünde. İnsanları, geçmişi, geleceği, aşkı, yaşamı.. yazdıkça karıştı.

Sen hep daha iyisini arayacaksın! Güzel cümle, ayrılıklar için özellikle. Hem ‘sen daha iyilerine layıksın’ gibi yapmacık bir klişe de değil. Hem bazen aşkın değerini anlamak için incitecek şeyler yapmalıyız. Hadi canım sen de..

Evet gelelim bugüne.. yaklaşık yarım saat önce Xavier’lı üçüncü filmi bitirdim. ‘Casse Tete Chinois’! evet aynen öyle. Bu sefer de kahramanımız hayatını bir çin bulamacası gibi karıştırmayı başarıyor. Ama bu kez Xavier ölsün demiyorum. Neden bilmiyorum, bu kez kızmıyorum bu şımarık çocuğa. Hayatı bu kadar karmaşık bulduğuna gülüyorum sadece.

A noktasından B noktasına giden trenli yol-zaman problemleri gibi bir hayat düşün. Xavier için bu imkansız, evet o da kabul ediyor bunu.. onun halihazırda bir B noktası problemi var. 

*filmlerin hepsi çok güzel..



Ama aslında hiç bir şey basit değildir, ama sandığın kadar karmaşık da değil. Evet kabul etmeli bazen anlaşması zor biri oluyorsun; ama çoğunlukla değil. Sana kendini iyi hissettirmek artık benim görevim değil, biliyorum. Ama kafanda canlandırdığın şeyi gerçek dünyayla ne kadar çabuk eşleştirirsen kendini o kadar iyi hissedersin. Ya da belki de en iyisi bilinmeyenle yüzleşmek, artık neyin doğru olduğunu ben de bilmiyorum. Sanırım ruhumu bir buzdolabına teslim ettim.

Koş Xavier! Ne de olsa yol-zaman problemlerinde hız çok önemlidir. 


E.

12.4.14

Playlist*

(uzun zamandır yazamıyorum. tabii bu film izlemediğim anlamına gelmiyor. hatta biraz fazla abarttım sanki  bu film izleme işini şu sıralar. ama gel gör ki olmuyor! yazamıyorum bir türlü. ha bugün ha yarın derken ohoo çok uzun zaman olmuş.  ben de dedim..  elif olmuyor böyle, yaz bir şeyler. tam o sırada bu mim’i gördüm. ee bugün de müzik konuşalım dedim. ne olur ki.. olmaz mı?)

Size bir soru!
Hiç radyo falı baktığınız oldu mu? Olmadı mı? O da mı nesi? Şöyle oluyor.. önce bir dilek diliyorsun; sonra sıradaki şarkıyı bekliyorsun.. tamam evet hiç yapmadınız böyle bir şey. Bakmayın öyle bana.. Zaten hep benden çıkar böyle antika fikirler.. tamam. susuyorum.
Ama söylesenize bu ‘mim’ tam da benim radyo falıma benzemiyor mu? Hadi itiraf edin.. bence çok eğlenceli!

*kurallar:
 - Müzik listeni hazırla
 - Her bir soru için ‘bir sonraki şarkı’ya geç
 - Çıkan şarkı neyse onu yaz. İş güzarlık yok!
 - Eğlenmene bak!

hadi başlayalım…

Biri sana iyi misin diye sorduğunda..
Ceylan Ertem - Ütopyalar Güzeldir

Kendini nasıl tanımlarsın?
Daughter - Get Lucky (hahh! hadi canım sende..)

Bir erkekte/kadında neyden hoşlanırsın?
Yüzyüzeyken Konuşuruz - Evi Beşiktaştaydı 

Bugün kendini nasıl hissediyorsun?
Florence and The Machine - Dogs days are over

Hayat amacın ne?
Jason Mraz - Butterfly

Motton…
Oh Land - Perfection

Arkadaşların senin hakkında ne düşünüyor?
Yasemin Mori - Deli Bando (tabii ya)

Ailen senin hakkında ne düşünüyor?
Coldplay - Trouble (ups!)

Sıklıkla ne düşünürsün?
John Mayer - Whiskey whiskey whiskey (oo yea man!:)

2+2…
Elliot Smith - Between The Bars

En iyi arkadaşın hakkında ne düşünüyorsun? 
Yasemin Mori - Aslında bir konu var

Yaşam öykün?
The samples - Could be another change

Büyüdüğünde ne olmak istersin?
Russian Red - A hat  (şapka? güzelmiş.)

Sevdiğin kişiyi gördüğünde ne düşünüyorsun?
Brazzaville - The Clouds in Camarillo

Düğününde dans müziğin ne olacak?
Semisonic - Closing Time

Cenazende ne çalacak?
Simple Minds - Don’t you (forget about me) (evet sesli güldüm!)

Hobin?
Ceylan Ertem - Bu bardak dolsun (!)

En büyük korkun?
Peggy Lee - Fever

En büyük sırrın?
Russian Red - I hate you but I love you

Şuan ne istiyorsun?
Sia – I go to sleep  (var ya bak bu çok iyi olur.. cidden çok iyi olur:))

Arkadaşların hakkında ne düşünüyorsun?
Lucia - Silence

  
*evet mimlerden genel olarak kaçıyorum. ama böyle bazen nasıl desem.. yapıyorum işte. Helloradio senin playlistler gibi olmasa da.. bu da benden gelsin.  deneme birki..

E.








4.3.14

Saat?

Zamanın unuttuğu bir geceden merhaba!
Neler hissettiğimi hatırladığım ama zamanını hatırlayamadığım o geceler gibi.. ne olduğunu anlatamadığım, sadece hatırlananla yetinilen o geceler..

Yok öyle değil aslında; sadece kendimi mutsuz olmaya zorladığım bir gece bu. Zorlama mutluluğa inat zorlama mutsuzluk yarattığım basit bir gece. Filmlerin arasında kaybolduğum; karakterlere aşık olduğum; onlar için üzüldüğüm-güldüğüm; gittiğim geldiğim basit bir gece işte. Edebi sözlerin yaftalamasına ihtiyaç duymadığım NORMAL bir gece.

Birkaç film var kafamda.. anlatmak istiyorum ama şu sıralar başlangıçlar konusunda pek iyi değilim. Öylece ortadan; dereden tepeden bir yazı ortaya çıkacak gibi.. şöyle başlayayım o zaman:
Ethan Hawke!

Yeterli mi? Şu sıralar bu adamın olmadığı bir film izlemiyorum; hatta o kadar fazla izlemişim ki.. geçen hafta boyunca onu sokakta; metroda; markette gördüğüme yüzde yüz eminim. Hal böyle olunca da yazmayı unuttuğum şu günlere bir Hawke molası verelim dedim. Belki yeniden sökerim şu abc’yi..

Sonkiüçdört.. başlıyorum!


*“O gece tüm hayallerim gerçek oldu. Ve her mutlu sonda olduğu gibi bana kalan tek şey sadece trajediydi” diyor filmde.. Hani şu Charles Dickens romanından uyarlama masalsı film var ya o işte. Ethan Hawke ‘size bu hikayeyi olduğu gibi değil hatırladığım gibi anlatacağım’ dedikten hemen sonra söyler bunu. Ve siz de bir masalın nasıl trajediye dönüştüğünü izlersiniz. ‘Great Expectations’ okudunuz mu bilmiyorum; ya da 98yapımı bu filmi izlediniz mi bilemeyeceğim. Ama ikisini de yapan biri olarak fısıldıyorum: “ne kadar aynı olsalar da ayrı olmalılar bence; her ikisi de ayrı ayrı güzel; farklı farklı güzel”

Bazı şeyler ya öyle olurlar ya da olmazlar! Ya da arada kalırlar: saçmasapan.

                                                                          'Great Expectations'


“mutsuzluğumuzun kışına ulaştınız”dı sanırım. Troy öyle açıyordu telefonu galiba.. yıl desen 1994. Film  buram buram 90lar kokuyor.. ekranda EthanHawke-WinonaRyder ikilisi. Nasıl anlatılır nereden başlanır bilinemeyen filmler vardır ya hani; çok etkiler ama neden olduğunu tek bir kelimeyle anlatamazsın. Aslında normal bir romantik-komedi; ama nedendir bilmiyorum çok fazla sevdim. Eşref saatine denk geldi herhalde..

(5 dakika sonra) hayır, kız çok fazla güzel; çocuk desen (yakışıklı desen o da değil; niye bu kadar takıldım acaba?) gereksiz/ rahatsız edici derecede akıllı. (tamam/pes ettim) sanırım ‘çekici’ daha iyi olur. Heh evet öyle.. Sohbetler desen, filmi izlerken koca bir liste çıktı hangisini yazsam; bilemiyorum.

Galiba şu: “Honey, the only thing you have to be by the age of  23 is yourself.”

(7 dakika sonra) Ethan Hawke’ın sesinin de güzel olduğu bir gerçek şimdi. Hatta bu sahnede çok güzeldir..tıktık   Ayrıca filmin müzikleri de çok iyi! U2’nun All I Want’ını dinleyelim mesela.. tıktık

(13 dakika sonra) ya nasıl sevilmez söylesenize! “ihtiyacımız olan tek şey birkaç sigara, bir fincan kahve ve biraz sohbet; sen, ben ve beş dolar” diyen şu adam nasıl sevilmez. Böyle konuşmaların olduğu; üstelik 90larda geçen film nasıl izlenmez.

(15 dakika sonra) İZLEYİN!!

                                                                                 'Reality Bites'


* Size daha önce kitapları, filmleri ve edebiyatı sevmeme neden olan şu üç kelimeden bahsettim mi ben? “ölü ozanlar derneği” gibi mesela..

Ta kendisi; artık başucu kitabı mı dersiniz, hayatının filmi mi hiç farketmez. Ben üç kelime diyorum, o her şeyi anlatıyor. İlk olarak şöyle başladı bu hikaye: ortaokuldayım henüz; türkçe öğretmenim de pek bi sever beni. Ben de bir merak, görmeyin. Bacak kadar boyumla serveti fünunları soruyorum hocama. Baktı adam olacak iş değil bana kitap listesi verdi, oku bunları sonra özet çıkar vs. İlk sırada ne olsun: ta kendisi. Hemen okudum tabii. Sonrasında diğerlerini de okudum, ödevi hazırladım falan filan gerisi hikaye işte.. önemli olan ise o üç kelimenin hayatıma girmesiydi.

Sonra bu kitabın bir de filminin olduğunu öğrenmemle; artık  okumaktan yıprattığım kitabı kenara koyup filmine sardım. İlk hayran olduğum aktör Robin Williams, ilk aşık olduğum karakter de Neil’dı.

(neden bunları anlatıyorum? Hani Ethan Hawke’dan bahsediyordu bu kız ne oldu şimdi?) soruları duyuyorum evet. Cevap şudur ki; utanarak söylüyorum.. bu filmin bu kadar manyağı olduğum halde Todd Anderson’u canlandıranın Ethan Hawke olduğunu çok yeni öğrendim.  Todd benim için sarışın, pısırık, ağlak bir çocuktu oysaki..

Bir daha izlemenin vakti geldi sanırım. İlk aşkım Neil’a ihanet etmem ama bu kez Todd Anderson’la dalga geçmem söz!

                                                                        'Dead Poets Society'



Böyle işte.. daha da anlatırdım; daha çok vardı film/hikaye. Ama bu gecelik bu kadar olsun. 
(Başlangıçlar konusunda iyi olamadığım gibi bitişlerde de fiyaskoyum şu sıralar; idare edin)

E.