5.12.11

Tango misali..

   Bi tek hata insanın tüm hayatını değiştirmesine neden olabilir. Kendinden, etrafındaki bütün insanlardan nefret etmesinin nedeni olabilir. O tek hata, yıllar yılı takip etmeyi bırakmaz, peşinden gölge misali hep gelir, hep.. zararı ise sadece yapan kişiye olmaz. Etrafında olan herkes payına düşeni de düşmeyeni de fazlasıyla alır. Hayat tango gibi değildir. Hatayı yaptıktan sonra dansa devam etmek zordur. Ayak figürlerinden ibaret değildir yaşam. Ya da gözle kurulan kontakla olacak kadar basit değildir.  

    Ama an gelir, biri çıkar karşına ve sana dans et der. Boşver yaşamayı, sadece dans et. İşte tam da o zaman hatanın sebep olduğu körlük bile etkilemez seni. Hayallerini gerçekleştirmene engel kalmaz, müzik çalar ve tango başlar.
    Görmemek sadece karanlık içinde kalmakmış, ama her şeyin sonu değilmiş. Karşındaki insanı anlamak için koklamak da önemliymiş. -Ki gördüğümüzü ve hala insanları tanıyamayıp, milyonlarca kazık yediğimizi göz önünde tutarsak Frank ne kadar da haklıymış.- Dünyada her şeyi görmek ister insan. Merakımızı en fazla gideren şeydir bu. Gözümle görmeden inanmam deriz. Acaba görmek sadece gözle mi olur işte esas soru bu.
    Frank’a göre scent of a woman her şey. Bir kadını kokusu her zaman ele verir, saçının renginden tenine her şeyini.. her parfüm her kadında farklıdır ve her kadın tango için yaratılmıştır.

                                                                                      'Scent of a Woman'                                       

    Ne kadar doğru bilmem, fakat şunu diyebilirim ki filmde, Al Pacino o kadar yaşıyor ki, o kadar var ki, o kadar hissediyor ki.. bu sözlere yalan demek işte o haddimi yeterince aşmak demek.. demek ki neymiş “no mistakes in the tango, not like life.”

   Müzik miydi yoksa dans mıydı beni bu kadar etkileyen seçemiyorum. Sadece bu sahne için bile tekrardan izlenir.. 
tabi ki bi de o müthiş replikler..

E.

2.12.11

İlk aşkım Roma!!!

   Kaç yaşındaydım hatırlamıyorum, Roma sokaklarına aşık olduğumda…

   O çocuk aklımla İtalya’yı anlatırdım anneme. Harita üzerinde çizmeye benzer halini büyük bir hayranlıkla gösterirken, bilmiş bilmiş o görkemli çeşmeye atılan dilek parasından bahseder, bir gün giderse Roma’da asla kaybolmayacağını her sokağın tek biryere çıktığını sanki gitmiş görmüş gibi anlatırdım. Tek bildiğim ülke, tek bildiğim şehir bile olsa, o zamanımın tek hayaliydi. Hangi filmdi beni Roma’ya aşık eden hatırlamıyorum. Tek hatırladığım kendimi Roma sokaklarında motorumla gezerken hayal ettiğim. Evet, çat pat bildiğim İtalyancamla bi pizzacıda çalıştığımı, oldukça yaşlı hem de hafiften çatlak bir ev sahibesine sahip olduğum küçük pansiyon odamda kaldığımı hayal ederdim. Pencere kenarında baktığım fesleğenimle ne kadarda kadrajdan çıkmış gibiydim. Hayır, o değil de; inanırdım da bütün bunlara, gerçekleşeceğine.. ah ah çocukluk işte..

   Gel zaman git zaman, noldu da ben Roma’dan vazgeçtim bilmiyorum. Nasıl ilk aşkıma ihanet edip, tacımı Barcelona’ya taktım, inanın hiç mi hiç hatırlamıyorum.

  Ama bugün vefakar biri olarak tekrardan dönüyorum o büyüleyici sokaklara. Belki, artık büyüdüm ve hayallerim o kadar yaratıcı değil. Ve biliyorum ki asla hayallerimi süslediği gibi Roma’ya ait olamayacağım, istediğim gibi uzun yıllar.

   Ama sadece bir gün için, dileğimi dileyeceğim cebimde kalan bozuk paramla. O ahengine hayran olduğum dilin en güzel şarkısını bağıra bağıra söylerken doyasıya dansımı da edeceğim, o meşhur merdivenlerde sadece oturup geçip giden insaları da izliyeceğim. Hatta belki de gerçek aşkımı tam da orda, ilk aşkım Roma’da bulacağım.

   Hiçbir zaman prenses Ann olamayacağım belki, ama kim bilir belki de bir gün onun gibi Smithy olup motorla Roma sokaklarını birbirine katıcam. Kim bilir belki benim Roman Holiday’m de bu kadar kısa ve bu kadar özel olacak. Kim bilebilir ki.. Gün gelir ve hayaller gerçek olur.. tıpkı bi masal gibi.

                                                                            'Roman Holiday'

   E.

15.11.11

Sadece ağlamak içindi,

    Son zamanlarda bi huy edindim. İzleyeceğim filmden bi haber sinema salonunun yolunu tutuyorum hem de koştura koştura. İtiraf etmem gerekirse konusunu bilmeden gittiğim filmlerden mutlu mesut çıkma oranım %50, ve yine itiraf etmek gerekirse bu sadece son zamanlarda olan bir şey değil, ben kendimi bildim bileli bunu yapıyorum sanırım.
   Aslına bakarsanız, ben pek Türk filmi de sevmem. Ama gelin görün ki seansa yetişebilmek için koşturduğum filmlerde çoğunlukla hep Türk filmleri olur. Tutarsızlık mı, kaderin cilvesi mi bilmem. Tuhaf olduğu kesin ama. Mesela; Issız Adamı hatırlarım, ilk gününde liseden arkadaşlarla okul çıkışı nasıl da koşturmuştuk, Aşk Tesadüfleri Sever o kadar geç kalmıştık ve salon o kadar karanlıktı ki bi an koltukları hiç bulamayacağız sanmıştım, Kaybedenler Kulübü son anda keşfedilen seansa son dakikalarda anca yetişebilmiştim. Ve son olarak da bugün Beni Unutma ve ben yine koşturan kız olarak yollarda. Daha unuttuğum kaç film var böyle beni maratona hazırlayan, kim bilir?
    Uzun koşturmanın, seansı ya kaçırırsam stresinin adrenaline dönüştüğü o anların ardından koltuğa oturmak, işte o paha biçilemez bir zafer!

                                                                                          'Beni Unutma'

    Gelelim bugüne,
   Mert Fırat ve Açelya Yılhan, doğal oyunculuk, hayattan bi film. O kadar olağan ki bu olamaz –yani bu kadarı da çok komik- denilebilecek bi sahne hatırlamıyorum. Mert Fırat’ı Başka Dilde Aşk’ta harika performansıyla izlemiştik, yalnız bu filmin bence sürprizi ve ağır topu Açelya Yılhan, gerçekten döktürmüş.
Film durağandı evet, biraz da müziksizdi sanki ama inanın bunlar filme gölge etmeyecek kadar küçük detaylar.

    Konusu mu?
   Aslında hikayesinden bahsetmek hiç içimden gelmiyor, bazen sürpriz senaryolar daha çok keyif verir. Siz de bi deneyin hiç bilmeden, gidip bi filmi izlemeyi, belki sizde seversiniz.

*dipnot: o değil de utandım kendimden, akmayan göz yaşımdan. ee bu da benim kusurum olsun yapacak bir şey yok.

bi de,  "En fazla ne kadar sevebilirsin?"

E.

8.11.11

Hem deli hem aptal hem de..

    Ve sanırım aşık..

   Nasıl bir zaman dilimidir o yaşanılan an, yapılan saçmalıklar. Akla mantığa sığamayan her şey işte tam da o zaman dilimine ait olan şeylerin tümü. Ruh eşi arama çabaları, buldum dedikten sonra kaybetmemek için yapılan çırpınmalar, kaçmalar, kovalamalar. Aynı o tersten gömleği giyip dört duvara hapsolmak gibi. El kol bağlı, kendini duvardan duvara çarparken yaşanılan çaresizlik. Aynı aptal bir aşığın gözlerindeki şapşal ifade gibi değil mi?

Crazy, Stupid, Love

Tam bir aptallıktır
Bir aşığı sırıtan suratından, saçma sapan konuşmasından, yerinde duramamasından, sakarlıklarından, kırdığı potlarından anlarsın. Dengesizdir, kaç km ötede olduğu önemli değildir. Sinyallerini yaptığı aptallıklarla çok uzaktan yakmaya başlar bile.

Biraz da delilik
Her akıllının bir deli yönü vardır. Her kim birine gözdağı vermek istese “sen benim deli yönümü daha görmedin” der. Aslında herkes deli yönleriyle gurur duyar, hep ortaya çıkarmaya çabalar. Çünkü bilir ki, delilik gibi gözü karalık yoktur. Bazı şeyleri göze almadan, kapatıp gözleri bırakmak kendini, güvenmek, inanmak birine. Bundan öte deli cesareti mi olur?

Film mi?

                                                                                  'Crazy, Stupid, Love'

İşte tam olarak bu; üçü bir arada.
Eğlenmek, duygulanmak ve tabiî ki de Ryan Gosling izlemek isteyenler; size uygun bir seans vardır herhalde.   

 E.

6.11.11

“Erkekçe bir oyun”

   Tiyatro mu sinema mı diye sorarlar ya hani insanlar. Hep tiyatronun büyüsünden bahsedilir durur. O sihri hep yakalamak istedim yıllarca. Soruya cevap olarak sinema dediğimde küçümseyen gözlere maruz kaldım hep. Ama sonunda anladım ki sorun benim tiyatro düşmanı olmam değil, iyi bir oyuna denk gelmemiş olmammış. Bu oyun hayatımda bi dönüm noktası oldu. Sanırım artık o sihri buldum. Hem de oyun bitiminde, oyuncular selam verirken. Meğer sihir oyuncuların gözlerindeki parıltıymış, gözlerle kurulan bir kontak. Onların seni görmesi, alkışlamak. Hepsi bu.



  Karşınızda ‘Testosteron’
  Oyun rezervuar köpeklerinin o meşhur kahvaltı sohbetiyle başlıyor. Ve bizde bu şekilde erkeklerin dünyasına bodoslama bir giriş yapmış oluyoruz. 7 erkek, basit ama bir o kadar da karmaşık ilişkiler. Kavga, kan, kahkaha. Bu 7 erkek kadınlar tarafından nasıl kullanıldıklarını anlatırken bir anda kadınları anlamaya çalışan bir gruba dönüşüyorlar. Asıl eğlence burada başlıyor zaten. Felsefe, küfür, şehir efsaneleri hepsi bir arada harika bir harman oluşturuyor. Kesinlikle gidin ve izleyin. Oyun atölyesi içinizdeki sihri bulmanıza yardım edecek emin olun.

dipnot*: erkek dünyası demişken, reservoir dogs’ı atlamayalım lütfen, Tarantino’ya ayıp olur.. Tiyatro iyi güzel de sinema bi başkadır başka.

                                                                                          'Resorvoir Dogs'

E.