17.10.12

2. bir şans..


                                                                                              “500 days of summer”



Şimdi öncelikle bu bir tanışma hikayesidir.. aşk hikayesi değil.
Hem zaten “aşk” kelimesinin anlamı nedir? Bir hayal ürünü, bir yanılsama, bir rüya, bir masal, bir iç güdü, bir reklam, bir film, bir şarkı.. gerçek dışı olan ne varsa orada bitiveren bir şeyden fazlası değil sanırım.. yanılıyor muyum?

Aşkmış.. ne demek ki o.. siz biliyor musunuz?
Desem de.. inanmayın.

Herhalde dünyada bu sorunun cevabını aramayan bir tanrı kulu yoktur. Mütemadiyen bulunamayan.. sürekli cevabını aradığımız nadide mesele olsa gerek he?

Ya hani olur ya.. her şey iyi giderken… dann!!!! Yemek yerken ya da kahve içerken en olağan haldeyken… dann!!! Hala en yakın arkadaşımsın. Dann!!!! Acımasız gerçek.. aşk gibi güzel olmasa gerek ha? –o gerçek çünkü- dediğini duydum.. yeap! Aynen öyle.

Hayalle gerçeği ayıran bir çizgi vardır bilir misiniz bilmem.. tam ortada en keskinliğiyle belirir.. suratına vuran acı son gibi. Mutlu sonla bitmesini beklediğin filmin seni ters köşeye yatırması gibi. Her filmin romantik komedi olmadığını kanıtlarcasına Fransız sinemasının var olması gibi. Hollywood karşısında duran -acı gerçek- Avrupa sineması gibi… mesela hiç fark ettiniz mi? Her yalnız eninde sonunda Fransız filmlere mahkumdur. Oysa ki.. yanında sevgilin varsa hayal ürünü her şey hoştur güzeldir. Sen hayal ürünü olduğundan olmasın?

“yılın birçok günü sıradandır. Başlar ve biter. Hakkında hiçbir şey hatırlanmaz. Birçok günün hayatın akışına bir etkisi yoktur.”

Düşünsene 365gün aralıksız atraksiyon. Aman Tanrım! Düşüncesi bile kalbimin bir an durmasına neden oldu.
Sana, hayatımın olağan akışından bir an olsun saptığım zaman bile vücut ritmimin alt üst olduğunu, olmayan uyku düzenim karmakarışık, beynim allak bullak bir durumda olduğunu söylersem.. bana tavsiyen ne olur mesela? Ben diyorum ki.. o hayatını değiştiren meşhur  günler, olabildiğince minimum düzeyde yaşamıma dahil olsun. Tüm samimiyetimle..

Aslında şu hayatta keşke Summer gibi olsam.. diyebilsem keşke onu dediğinin aynısından.. neden diye soran her insana! “çünkü.. öyle yapmak istedim.” Her şey ne kadar kolay olurdu benim için.

dipnot*: bu film tarafımdan ikinci kez izlenilmiş. Ve ilk izlediğimin aksine çok beğenilmiştir. Bu filmin nesini sevdiniz diye çıkıştığım her insana bir özrü borç bilirim.

dipnot**: ama hala Summer’ı sevmiyorum.

dipnot***: bazen playagain yapmak iyidir iyi^^

özlüsöz*: “bu dünyada ben olmadan da bir sürü saçmalık var”

E.

9.10.12

Yarın sabah kahvaltıda ne yesem?


 En sevdiğim saatler kahvaltı saatleridir.. hele bir de Cumartesi- Pazar olsun kahvaltı hayaliyle uykuya dalarım. Akşamdan kafamda envai çeşit kahvaltılıklar.. peynirler zeytinler falan filan.. sıralanır durur.. bi de yanında simit varsa.. işte benim muhteşem kahvaltım, rüyamda bile..

 Sadece haftasonları mı kahvaltı edersin sen? diye soranları duyar gibiyim. Tabi ki hayır. Sırf kahvaltı edebilmek için sabahın köründe uyanırım, kargalarla inatlaşır gibi. Bi güzel keyifli keyifli kahvaltımı yaparım, çayımın dibine vururum. Öyle okuldu işti falan engelleyemez, peynirimi domatesimi..

 O değil, hadi ben birazcık deliyimdir bu konuda, var bi şapşallık. Ama gel gör ki arkadaşlarımda öyle.. insan her buluşmasında mı kahvaltıya gider yahu.. İstanbul kazan biz kepçe her yerde ne çeşit kahvaltı mevcut bilincindeyiz, o derece psikopattık bir ara. Nerede açık büfe nerede serpme biliriz. bu ara sabahtan geceye doğru kaysa da buluşma saatlerimiz, kahvaltı her daim yerini korumakta tüm ihtişamıyla. Ee cemal süreya ne demiş.. "Yemek yemek üstüne ne düşünürsünüz bilmem/ Ama kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı".. ben bu adamı pek bi severim.. sevdiğim insanları da sorgusuz sualsiz dinlerim..  daha da üstüne bir şey demem..

 Buraya nereden geldin.. bu yol nereye gider.. diyorsanız.. açıklıyorum..

 Yukarıda yaptığım açıklamaları göz önünde bulunduracak olursak.. geçenlerde film almak için öyle boş boş dvd rafları arasında gezinirken.. -aklımda bi film vardı sanırım, şimdi hatırlayamadım- işte onu ararken bi baktım üst sağ köşeden tanıdık bi sözcük..  kocaman yazılarla gözüme gözüme dik dik bakan... bi adet kahvaltı kulübü.. ee pek bi kulüp meraklısı olan ben –kaybedenlere de pek bi ısınmıştım- tamlamanın başında kahvaltıyı da görünce havada kaptım haliyle :)

 Ve.. bugüne de izlemesi kısmetmiş..

                                                                                                           'The Breakfast Club'

“.. ve üzerlerine tükürdüğün bu çocuklar, dünyalarını değiştirmeye çalışırken senin danışmanlığından muaftırlar.
    ve yaşadıkları şeyin ne olduğunun oldukça farkındaydılar..” David Bowie


24 Mart 1984 Cumartesi/ Shermer lisesi kütüphanesi

Beş farklı (garip) kişilik saat 7.00de artık bir aradadırlar. İlk başlarda birbirine tahammül edemeyen bu topluluk.. saat 4’ü zorlarken kendilerine bile itiraf edemediklerini ortaya koymuş olacaklardır.

“diğer insanların gözünde onlar bir sporcu, bir anarşist, bir sarışın, bir inek ve bir entel. Ama kendi içlerinde onlar her zaman Kahvaltı Kulübü olarak kalacak”

dipnot*: eski filmleri sevdiğimi bıkmadan usanmadan hep dile getirdim.. ama yine de yeniliyorum..  80lerin 90ların sinemasını seviyorum 50sini de 60ını da 70ini de.. ayırt etmeksizin.... eski olan her şeyi sevdiğim gibi onların da sararmışlıklarına kapılıyorum işte… bu da öyle bir şey..

dipnot**: bugünlerde daha çok yapılmaya çalışılan toplumsal içerikli mesajlar veren filmler, diziler görüyoruz, ve yeterince bıkmış durumdayız. En azından benim böyle yapımlara tahammülüm kalmadı artık. Hatta diyorum ki biri çıksa da bu toplumsal içerik olayını böyle insanların gözüne soka soka yapılmayacağını söylese diye bekliyorum, tüm sabırsızlığımla.. neyse işte.. o tarz filmleri yapan dahi insanlara sesleniyorum naçizane..  o önemli işlerinizden kafanızı bi an kaldırıp, tozlu raflardan bu filmi bi alın elinize, izleyin bi ders edinin.. belki işe yarar.. *John Hughes’ saygılar..

dipnot***: işte birkaç sevdiğim sahnelerin varlığından bahsedeceğim.. olur da bi izleyen vardır beni anlar:) ilk sahnem ıslık sahnesi^^ ikinci sahnem öğle yemeğindeki karmaşık durumlar.. üçüncüsü ise “ben esir sen esrar” sahnesi  ve o buram buram seksenler kokan muhteşem dans gösterileri…  he bir de şey vardı… saat 4ü vurmak üzereyken artık hepsi dökülmüş sinirler alt üst durumda iken.. gülüyorlar ya anlamsız anlamsız.. çok sevdim ben orayı ya^^

dipnot****:  bence bi dinle^^

özlüsöz*: “büyüdüğün zaman, kalbin ölüverir”

E. 

5.10.12

L'amour et ...


 Aşkın renkleri varmış, sana göre değişen.. siyah beyazdan farklı griden farksız..

 “kalbinizin kapısını asla kapatmayın”
 Hepimizde vardır biraz.. boşvermişlik, bıkkınlık, tükenmişlik.. hepimizin az braz hayatlarının bi bölümü böyle geçmiştir. Kimi kolay açmıştır kapısını, ilk tıklatana. Kimi ise sıkı sıkı kilitleyip zinciri bile takmıştır, hırsız bekler gibi.

 Oyunculara sahtekar  olurlar derler.. hep rol yapar onlar. İnanılmaz, güvenilmez insanlardır derler.. hep tuhaf gelmiştir bana bu sözler… hangimiz rol yapmayız tanrı aşkına.. hangimiz içimizde sakladığımız o cevheri ortaya çıkarıp oscarlık performans sergilemedik annemize, babamıza, sevgilimize karşı.. oyunculuk her insanın bünyesinde mevcuttur.. esas oyunculardan tek fark bizim onu gönüllü olarak yapmamız o kadar.

 Her neyse.. Natalie bi laf dedi.. çenemi açtı! Esas meseleme dönüyorum ben.. aşkın renkleri varmış meğerse demiştim.. isme göre değişen.. François’de farklı Marcus’da farklı mesala.. bi kayısı suyuyla başlayan bi ilişki yıllar sonra yerini bi öpücükle gerçekleşen bi başlangıca bırakıyor. Farklı işte.. atmosfer farklı, insanlar farklı, zaman farklı.. rengi ayrı!
                
dipnot*: aşktan kaçmanın saçma olduğunu, ama kaçan kovalanır klişesinin doğruluğunu ispat ettiği için sevdim ben bu filmi.. toplumsal mesaj içerikli olması önemli tabii^^

dipnot**: son sahne de saklambaç oynamaları beni çocukluğuma götürmedi desem yalan demiş olurum şimdi..

dipnot***: bir de.. neden François’li sahneler bu kadar azdı ya.. hayal kırıklığı^^

dipnot****: audrey’İ hep severim.. ama gel gör ki Amelie’nin yeri bi başka..

dipnot*****: son laf.. cafede başlayan aşklar hep dikkatimi çekmiştir.. hep sevmişimdir nedendir bilmem^^




E.

29.9.12

Sarı yolculuk...


  O gözlüklerle, kocaman bi göbekle sarı minibüsün küçük gün ışığıydı o..



  Yol filmleri hep daha bi sıcaktır, daha bi gerçektir sanki. Filmin bile trafikte olanına yalan yakışmıyor, iğreti duruyor olmuyor. Çıplak gerçek!

  Tüm aile, ya deli ya çocuk! Bi Olive var işte.. ama ona zaten ne laf söylerim ne de söyletirim, harika bi yaratık o:) neyse.. Alem  deliye ben akıllıya hasret sözü bu aile için yazılmış, noterden onaylatılmıştır. Richard’dan tut da minibüsün bagajına kadar uzanıyor bu hikaye.. Ama gel gör ki.. kandır çeker işte.. birazcık delilik olsa gerek ki bende de pek bi sevdim ben bu filmdeki karakterlerin hepsini, teker teker.. ayırt etmeksizin. Hatta Nietzsche hayranı o bunalım ergeni bile sevdim. Özellikle son dans performanslarıyla gönlüme taht kuran Richard, başlardaki tüm uyuzluklarını yok etti, çöpe yolladı.

  Dediğim gibi.. yol filmlerinin komedisine, sohbetine, hızına dayanabilen ya da şöyle diyelim daha önce hiç yol filmi izlemeyen ama izlemek isteyen her hangi biri de olabilir bu şanslı kişilik… bunu izle! Sen işte her kimsen.. hangi kategoride olursan ol izle. Öyle duygu sömürüsü yapan, ya da zorlama espirilerin saldırısına uğramış bir 98 dakika seni beklemiyor, emin olabilirsiniz. Tam aksine doğal bi gülümseme doğal bi hüzün garantisi benden size olsun^^ daha ne diyeyim, California  yolcusu kalmasın…

  Ek olarak…
  Kazananlar kaybedenler üzerine tüm film boyunca nutuklar dinlediğimden bi kaç kelam da ben edeyim dedim. Kazanma kaybetme olayı değil bu hayatta sürdürdüğümüz hikaye.. kimine göre kayıp olan başkasına kazanç olabilir, ya da kaybettim diye üzüldüğün bi an aslında fark etmeden en büyük kazancına açılmış bi kapıdır misal. Yani diyeceğim şudur ki.. “If ı wanna fly, ı’ll find a way to fly”.. bu işin nedeni nasılı kaybedeni kazananı olmaz.. aslında hayatta insanlar kaybedenler  ve kazananlar diye ayrılmaz. Hayalleri olanlar ve olmayanlar diye ayrılır. Gerçek bu!

dipnot*: sarı vosvosa koşmaları olmasa bu film bi sıfır yenik başlardı.. bence.. 
hem zaten o olmasa filmin rengi olmazdı ki.. her filmin bi rengi vardır ya hani.. işte bunun ki de sarı.. başka bir şey olmasının ihtimalinin olasılığı yok.. o derece..

dipnot**: bi de.. güzellik yarışmalarındaki tüm saçmalıları ne de güzel dile getirmiş ya.. öyle değil mi..

dipnot***: yakın gelecekte odamda sırasını sabırla bekleyen Thelma&Louise' ı da izleyip. Yeni bi yol filmi yazısıyla burada olacağım. Tabi sıraya kaynak yapmassam^^


                                                                                    'Lİttle Miss Sunshine'

E.

15.9.12

En acımasız savaş^


Mavisiyle gözlerimizin fal taşı gibi açılmasına sebep olan güzel tiffany kutusuyla başladı her şey.  İçinden çıkması muhtemel bilmem kaç karat, rengiydi, parlaklığıydı, kesimiydi derken hayatın anlamı haline gelen bir tek taş pırlanta..

Kadınların özünden gelen bir şey olsa gerek ki.. çoğumuzun çocukluktan beri hayalini kurduğumuz, kimilerinin bunun için yıllar yılı fotoğraflar biriktirdiğini defterler sakladığını bile gördüğümüz, esas gün. Marion St. Claire’ın da dediği gibi.. “siz ölüydünüz, bugün tekrardan doğuyorsunuz. Bunu unutmayın” Düşünün o kadar mühim, o kadar kıymetli!

Bu lafın üstüne bir de deniyor ki size… bu bi kaç saati başka biriyle paylaşmak zorundasınız. Çocukluktan beri, kendini merkez haline getirdiğin o günü paylaşmak.. lafı bile edilemez! İster bu kişi kardeşin olsun isterse de en yakın kız arkadaşın. Böyle bir zorlamayla karşılaştığı anda en masum kadın bile birer cadıya dönüşüp, süpürgelerine atlarlar.  Ki nitekim öyle.. Emma ile Liv’in gözlerindeki savaş hırsı, inanın Truva için verilmemişti. Korkulur bu gelinlerin savaşından

Bu düğün dediğiniz şey iki kişinin evlenme olayı değil mi? Nedir bu kadınların megalomanlığı diyen erkekler varsa unutmadan söyleyeyim.. bunu sakın kız arkadaşınıza söylemeyin. Şu unutulmamalıdır ki.. düğün denilen şey her ne kadar bir çiftin evliliği olarak görülse de arkasında sakladığı sırlı camdaki can alıcı gerçek, her şey gelin için olduğudur. Ve etrafındaki insanların tek görevi, bol bol geline iltifat etmekten ibarettir. Olay bu! Bunu hiçbir kural hiçbir zaman değiştirmez. Yani öyle büyük hayallere kapılmayın sevgili damatlar ve sevgili kayınvalideler..^^ bu oyunun tek başrolü vardır, diğerleri figürandan öteye geçemez.

                                                                        'Bride Wars'

Emma ile Liv’e dönecek olursak..

Serde bir düğün cadısı olma potansiyelim olduğundan olsa gerek pek bi sevdim, pek bi eğlendim ben bu filmle. İlk izlediğimde de, ikinci kez izlediğimde de aynı gülümsemeyle izledim.  Ve iki izleyişimin sonunda da aynı soru beni karşıladı.. ya sen de böyle bir durumla karşı karşıya gelirsen?.... tercih, vazgeçiş, düğün, baş nedimen,.. aman tanrım!  Rüyanın kabusa dönüşmesi bu olsa gerek..  

Ama esas olan ne biliyormusunuz..
Eskilerden kalma bi kutudan çıkan bir mavi tokada bulduğunuz çocukluk masumiyetini hatırlamak. Tekilanın arkasına saklanan arkadaşlığı yeniden canlandırmak.. iyi ki anıları  o küçük kızlar hep saklar.. unutulanlar hatırlansın diye…


dipnot*: düğün organizatörü mü olsam diye düşündüğüm ikinci film^^ ilki 27dresses’dı.. ya da daimi nedime olsam falan.. tam benlik^^

dipnot**: Bryan Greenberg de varmış burada! Hem de adı Nathan:) benim bu isme karşı bi zaafım var sanırım. Beni vurdu tam kalbimin orta yerinden, üstelik bir de dergi yazarıymış. Daha ne olsun^^

dipnot***: Anne Hathaway’i pek severim zaten de burada Kate Hudson’ı daha bi çok sevdim.  Ki daha önce bi yazımda gören varsa bilir benim Hudson hakkındaki gelgitlerimi.. tıktık^^


"Marion St. Claire: A wedding marks the first day of the rest of your life. You have been dead until now. Were you aware of that? You're dead right now. 
Emma: I understand. 
Marion St. Claire: Angela, for example, will die dead. " 



E.