“Mutlu bir aşık soufflé’yi yakar
Mutsuz bir aşık fırını yakmayı unutur.”
Fakir kız-zengin erkek. Külkedisi-prens. Malum bu ikilemelerle sık sık karşılaşırız. Ve genelde de görürüz ki, kızın çocukluk hayalleri onu sinderalla’ya dönüştüren sihirli değnekle birlikte gerçekleşmeye başlayıverir. Artık her şey esas kızla esas oğlan içindir, dünya onların etrafında dönmeye başlar, her şey toz pembedir. Ama işte her baba Hulusi Kentmen değil, parayla saadet olmaz sözü de şarkıdan ötesi değilken; görürüz ki esas oğlan da gerçekten esas değilmiş.
Bu hikaye çoğunuza tanıdık gelmiştir. Biraz yeşilçam tadında biraz da bir istanbul masalı kıvamında.Hatırlarsınız mutlaka; fondan yavaş yavaş yükselen saksafon sesiyle başlayan, çirkin ördek yavrusu esmanın masum aşkını. Bir İstanbul Masalını..
Bu masal ise.. nerede mi başlıyor? Paris’te.. -boşuna aşkın şehri denmemiş ona-
Yağmurda çok tatlı kokan, nemli kestane ağaçlarının olduğu, aşkın, müziğin şehri, Sabrina’nın rüyası, miladı, geleceği..
New York’un en zengin ailelerinden Larabee’lerin iki zıt karakterli oğulları; David ve Linus. ve onların tek ortak noktası: Sabrina!!
dipnot*: filmde Audrey Hepburn’un o tatlı sesinden dinlediğimiz, her Paris görüntüsünün arkasında mutlaka duyduğumuz.. ‘la vie en rose’http://fizy.com/#s/16r9vy
dipnot**: bu masalda her ne kadar Paris önemliyse de, yalnız ondan ibaret değil. New York’u da es geçmemek gerek..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder