29.11.15

-dizi dizi- günler!!

Kırk yıl düşünsem burada dizi yazısı yazacağım aklıma gelmezdi. Dizi yazısı hazırlayacak kadar hiçbir zaman dizi izleyemedim çünkü. Maximum takip ettiğim bir dizi olurdu, o da taş çatlasın yılda iki üçü bulurdu. Ama hep imrenmiştim, ne yalan söyleyeyim.  Böyle dizileri sıralardı arkadaşlarım.. ahh be derdim!! Ben de izlesem keşke, ama olmuyordu. Filmler hep önüne geçiyordu bu isteğimin.

Ama işte gelin görün ki.. evren mi tersine döndü, benim kafama saksı mı düştü bilmiyorum. İşten ayrıldıktan sonra bu 21 günlük süre içinde bir elimi geçmez izlediğim filmler. Ama diziler.. ohoooo..

Nedenini bilmiyorum, aslında sorgulamıyorum da:) şimdilik bu halimden memnunum.. işsizim ve tam bir dizi takipçisi oldum olley!!

Peki bakalım azıcık merak ettiniz mi şimdi ben neleri izliyorum diye..

İşteee!!:


#How to Make it in Amerika
Amerika!! Fırsatlar ülkesi. Nasıl İstanbul’un taşı toprağı altınsa o kadar işte.

New York’ta geçen dizileri filmleri sırf NY’da olduğu için seviyorum. Başka bir sebebe ihtiyaç dahi duymadan.. bazılarında hayalimizdeki New York (mesela Friends’te olduğu gibi:)) bazılarında ise How to Make it in Amerika’daki gibi realite devreye giriyor. Öyle ahım şahım bir konusu yok, sit-com falan da değil; ama çok garip bir şekilde karakterler sizi kendilerine çekiveriyor.

Ama beni esas kalbimden vuran şey ise jenerikte çalan müzik ve NY fotoğrafları. Bir bakın bakalım..


#The Affair
Buna nasıl ulaştım da izlemeye başladım bilmiyorum. Joshua jackson’ın kadroda yer alması ve ilişkiler üzerine bir konusunun olması dikkatimi çekmişti diye hatırlıyorum. Ama inanın beni bu kadar saracağını ve her hafta yeni bölümü sabırsızlıkla bekleyeceğimi düşünmezdim. Özellikle 2.sezonu mükemmel. İlk birkaç bölüme dayanır da devam ederseniz, siz de kapılcaksınız bence. (ben Joshua Jackson hatırına devam edeceğimi düşünürken, diziyi sevdim iyi mi??)

Klişeleşmiş bir ‘aldatma’ hikayesi; karakterlerin bakış açısıyla izlediğimizde gerçekten ilişkiler birer bulmacaya dönüşüyor. Dediğim gibi birkaç bölüm şans verin.. sever de izlerseniz, bölümlerin sonunda yorum yapacak arkadaşlarım olur!:) 

Ayrıca açılışta çalan şarkıya ba-yı-lı-yo-rum!!


#How to Get Away with Murder
Ne zamandı hatırlamıyorum. Lazzy Otter’ın harika dizi önerileri verdiği bir yazısıydı sanırsam. (artık pek yapmıyor sanki:/)
Bu diziyle karşılaştım, ve hemen başladım. 2.sezonunun gelmesiyle evde bir bayram havası estiren dizim; her bölümünde ‘aman tanrım!!’ ‘yok artıık’ nidalarıma layık oluyor. Sezonlar nerdeyse bir film gibi, bölümler arasında sürekli flashbackler’le izleyiciyi her daim merak ve heyecan içinde bırakmayı başarıyor. Gerçekten harika! Prof. Keating’e saygılarımla..


#Murder in the First
How to Get Away Murder’a başladığım dönemlerde, o sıralar cinayetli dizilere sarmışım belli. (aa o dönem başladığım  bir de Forever var, ama onu bu listeye eklemiyorum. Yeni bölümleri gelsin öyle..) Öyle bakınıp dururken bu diziyle yolum kesişiverdi. Tamamen iç güdüsel başladığım diziyi de baya bi sevdim. İlk sezonunu iple çekerek devam ettiğim dizi, 2. Sezonunda da beni hayal kırıklığına uğratmadı. Son 3 bölümünü İngilizce izlemek zorunda kalsam da.. (neden çevirmiyor bu insafsızlar bu bölümleri bilmiyorum!!) cinayet filmlerini ve ‘katil kim?’ sorusundan hoşlananları buraya çağırıyorum!


#Da Vinci’s Demons
Aslında bu diziye 2013’te Almanya’da olduğum dönemde başlamıştım. İlk sezonu büyük bir zevkle izleyip, bıraktığım tek dizi. Sonra düşündüm kendi kendime neden.. ve zararın neresinden dönülse kârdır diyerek 3. Sezonunun yayınlanmaya başladığı günlerde taa en baştan izlemeye başladım. Hiiç pişman değilim, ama daha son sezona gelmedim.. aman spoilerden uzak kalalım:)

Tarihi dizileri aslında çok takip etmem. Ama işin içine Da Vinci ve Floransa girince işler benim için değişti. (varsa önereceğiniz tarihi diziler.. beklerim:))


#Dawson’s Creek 
İşte bu bir efsane.. ergenliğimin Capeside’ı. İlk aşklarımdan Pacey Witter! North Calorina’ya olan ilgimin sebebi. (bir itiraf: haala telefonum Paula Cole’dan ‘I dont want to wait’ çalıyor).

The Affair izlerken sanırım Joshua Jackson aşkım depreşti, hoop bir eski günlere gittim ve hadi yeniden Dawson’s Creek izlemeye başlayayım belki yine o zamanlardaki gibi güzel hissederim dedim. bir çok şey değişse de, üzerinden yıllar da geçse Dawson’s Creek’i yine yeniden her şekilde sevdim.  

Eğer hala içinizde izlemeyen varsa.. ayıp eder.



o halde ben kaçtım! size iyi seyirler.
kendinize iyi davranın..


2.11.15

Hepimiz doğaçlama yaşıyoruz..

ve her şey zamanlama meselesi..


Bazı şarkılar sebepsiz yere mutlu ediyor beni. Suratımın orta yerine saçma sapan bir gülümseme yerleşiyor. Nedeni çözemeyeceğim bir mutluluk yaşıyorum. Sonra o şarkıyı tekrar tekrar dinliyorum.. bıkmadan defalarca belki de.. Kafamda bir anıyla birleştiriyorum,  ya da yaşanması imkansıza yakın bir hayalle taçlandırıyorum o parçayı.

‘Hero’yu ilk kez Boyhood’da duymuştum. Richard Linklater’ın olağanüstü soundtrack seçimiyle beni bir dönem müptelası yapan o güzel film sayesinde keşfetmiştim bu güzel şarkıyı. Ve ‘Family of the Year’ isimli bu tatlı grubu..

Daha sonra.. Mark Ruffalo’nun tüm filmlerini izlemeliyim listemin izinden giderken karşıma çıkan ve izlediğim Thanks for Sharing’in final sahnesinde karşılaştım aynı şarkıyla. Yine bayılarak defalarca dinledim.
(filmlerin gösterim tarihine kronolijik sırayla bakarsak, aslında bu filmde daha önce çalmış. Ama ben bazen geriden gitmeyi, yada geriye gitmeyi mi demeli.. seviyorum işte.)

Bazı şarkılar: diğerlerinden daha samimi gelir, nasılını anlatamaz fazlasıyla yakın hissedersin ya.. aynen öyle.

Bugün bi yerde bu şarkıyla yollarım bir kez daha kesişti. (bu şarkının playlistimde olması ve neredeyse her gün dinlememi bu konunun dışında tutuyorum.) Sonra dayanamadım, Boyhood’u tekrardan izlemeye başladım. Geçen yıl ilk kez izlediğimde, bu filmin de ikinci kez izlemeyi hak eden o büyülü filmlerden olduğunu biliyordum. Zaten Linklater imzası taşıyan bir film nasıl öyle olmasın ki..

Ama filmin süresinin fazlaca uzun olmasından ötürü, bu tekrarı ne zaman yapacağımdan emin olamamıştım. Gün bugünmüş, saatini önemsemeden izlemeye başladım; ve zaman nasıl geçti inanın hiç anlamadım.

Uzuun uzun size Boyhood’u anlatırdım ama.. nasıl desem bu öyle anlatılacak filmlerden değil pek. Anlaması da izlemesi de kişiye özel.

Şöyle ki.. Bir çocuğun 6 yaşından 18 yaşına kadar olan süreyi Linklater’ın önemli gördüğü perspektiften izliyorsun. Yalnızca çocuğunda değil üstelik; ablasının, annesinin, babasının, yapılan tercihlerin, pişmanlıkların, geri dönüşlerin, büyük değişimlerin, gelenlerin gidenlerin.. bir hayatta gerçekte ne varsa hepsinin bir geçidini izliyorsun. Hayatın aslında bir kurgu olduğunu gözler önüne seren Linklater, zaman üzerinde harika bir sihir uyguluyor.

Film, çoğu izleyen tarafından çok eleştirildi. Ben bu durumu beklenen ile bulunan arasında oluşan uçurumdan dolayı olduğunu düşünüyorum; kısacası ‘hayal kırıklığı’. Kişinin sinemaya bakış açısıyla ilgili biraz da.. mesela ‘sonunda ne olduğu belli olmayan festival filmleri’ diye bir zincirleme isim tamlaması yaratan bir kişi bu filmi sevmez, sonra da harcadığı 165 dakika için bana içinden küfreder, sonra da blogumu takibi bırakır diye korkup, kesinlikle izleyin diyemiyorum.


Ama yine de söylemekten vazgeçemiyorum.. Linklater’ın 12 yıllık emeğini bir kenara bırakalım; üstelik bence bir filmi aynı insanlarla 12 yıl boyunca çekme fikri ha-ri-ka!! Bu filmi bana hissettirdiği şeyler için seviyorum. Büyümeye, hayata, belki de kendime dair.. 

'görünüşe göre düşündüğümüz kadar özel değiliz..'



15.10.15

Bir Karanfil, Yağsa Yağmur

Büyülense yeniden dünya..

Sanırım Tom gibi ‘The Graduate’i yanlış anladığımdan geldi tüm bu şeyler başıma. Mike Nichols’a saygım büyük ama anlayamamışım işte.. İtiraf ediyorum! Hayatımın bir döneminde Tom oldum ben. Ama şöyle bir farkla.. benim hayatıma giren Autumn’la Summer aynı kişiydi. Tuhaf.. biliyorum. Ama öyleydi. Üstelik ben de sonbahar yaz’dan önce gelmişti.. ben çok sonra anladım.

Yukarıda paragrafta yazan şeylere bir anlam veremediyseniz, 500 Days of Summer’ı izlememişsinizdir. Yoksa sarhoş falan değilim, ya da şizofren de olmadım. Sakin olun..

Artık kaçıncı kez izlediğimi unuttuğum bu film, her seferinde bana farklı hissettirdiğinden olacak ki. Her izlediğimde daha çok seviyorum.

Eskiden Yeni Türkü bana sadece Süper Baba’yı hatırlatırdı. Sırf o jenerikteki müziği çalmak için yan flüt kursuna gitme isteğimle annemi çıldırtmıştım. Sonuçta gidememiş, paşa paşa dinlemekle yetinmiştim, o ayrı. Hala içimde bir ukte..

Sonra bir gün Yeni Türkü benim için daha çok anlam ifade etmeye başladı. Her şarkıda farklı bir anı biriktirdim. Fırtına’yla başladığım Yeni Türkü yolculuğum her seferinde Karanfil’le sonlandı. Bu sıralamayı hiç bozmadım. Galiba bazı alışkanlıklar beni hala mutlu ediyor. Saçma ama öyle işte.. ne yaparsın.



Daldan dala atlıyor gibi gözüküyorum ama.. işte bazen böyle oluyor. Çok şey söylemek istiyorum ama sıraya koymakta hiç başarılı olamıyorum. Sonra kafam karışıyor ve yazmaktan vazgeçiyorum. Bu kez olsun dedim. Vazgeçmemek adına.. tam şuan neyi nasıl hissediyorsam yazayım.

Ve bunları yazmadan gidersem buralardan, kendime karşı dürüst olmayacağım.

İnsanlık adına kötü bir haftaydı. Gerçi insanlık adına tek kötü haftamız ne yazık ki bu değildi. Biz uzun zamandır insanlık ayıbının içinde çürüyoruz. Farkında değiliz..

Ankara’da geçen hafta 96 kişi öldü. 96 İnsan! Öldü!

Bir insanın ölmesi ne demek biliyor musunuz? Bir insan ölür ve bir daha gelmez. Birilerinin babası, birilerinin kızı, diğerinin sevgilisi, öbürünün arkadaşı öldü. Bunun ne anlama geldiğini anlayabiliyor musunuz? Geride kalmayı. Hiç gelemeyecek birini uğurlamayı. Bir hiç uğruna kaybettiğin sevdiğin olmadan yaşamayı..

Klavye başında galeyana gelip savaş çığırtkanlığı yapan onca insancıklarımız için söylüyorum. Yahu sizin hiç mi sevdiğiniz ölmedi? Hiç mi empati duygunuz gelişmedi? Hiç mi ya..
Hala siyasi liderden, yaklaşan seçimden, kim kime hayır dedi, kimler nasıl istifa etmedi ondan bahsediyoruz. İstifa etmedi diyorum. Etmiyorlar çünkü. Hiçbir zaman etmediler. Bazen haykırasım geliyor. ‘ayrılamadığınız o koltuğunuz başınızda paralansın’ diye.. Sonra vazgeçiyorum. Nasıl olsa benim haykırışım onlara arı vızıltısı gibi gelecek.

Üniversitede ilk dersimi hiç unutmuyorum. Siyaset Bilimi’ne Giriş dersi, hepimiz heyecanlı gençleriz. Çok cool, ama aynı zamanda da sevimli bir hoca girdi içeriye. Bu iki özelliği bir arada bulunduran ender insanlardandır kendisi. Bir konu attı ortaya, şuan gerçekten ne sorduğunu hatırlamıyorum. Sadece hatırladığım şey şu. Sınıf birbirine girmişti. Sağdan soldan çekiştirilen koca bir halat vardı sanki sınıfın orta yerinde. Henüz 18-19 yaşındaydık ama her şeyi biz biliyorduk, ötekisi umrumuzda dahi değildi. Hoca, iki kolunu göğsünde birleştirip bizi koca bir ders izledi. Arada bilerek kızıştırdı da ortalığı. (Ya da ben öyle hatırlıyorum. ne de olsa aradan uzun zaman geçti..) Tartışmanın kavgaya dönüşmesine ramak kala, tüm sınıfı susturdu. Ve ‘Hepinizi dinledim. Hepiniz haklısınız belki ya da hepiniz yanlış. Ama bugünden itibaren artık siz Siyaset Bilimi okuyan öğrencilersiniz, bundan sonra bu sınıfa kahve siyasetiyle girmeyin’ dedi.

Ben 5 yılın sonunda şunu gördüm ki, hepimiz siyaseti o dumanaltı kahve köşelerinden çıkarmış; çoktan hayatımızın aslında bir siyaset olduğunu öğrenmiştik. Ve bunun temelini o ilk derste atmıştık.
Benim siyasete bakış açım üniversitedeki ilk dersimde değişti işte. Siyaseti politikadan bağımsız görmeyi öğrendim. Siyaseti hayatım her anında yaşadım, kendimce. Bunu inatla herkese göstermeye çalışanlara da hep saygı duydum. Okul bana diğer insanlara saygı duymayı öğretti. Her ne düşünürse düşünsün, onun insan olduğunu unutmamayı öğrendim. Bir çok insanın yapamadığı..
Biz ne zaman, ‘onun da orada ne işi vardı’, ‘böylelerine müstahak’, ‘onlar bize vururken iyi’ gibi gibi  tüm ‘oh olmuş’ları bırakırız. İşte o zaman dünyada bir şeyler değişir. Yoksa çürüyen insanlığın altında ezilmekten başka bir yolumuz kalmaz.

Ne diyeyim.. İnsanı sadece insan olarak görebildiğimiz, barış dolu yarınlara..


Yeni Türkü ne güzel demiş.. ‘Büyülense yeniden dünya!’

24.9.15

Eylül bitmese?

Gece saati zihin hep açıktır.
Ve insan hep bu saatlerde içindekileri kağıda dökmeye karar verir.

Tekli sayıdan çifte döndüğümüz bir Perşembe sabaha karşısı.. Kulağımda aylardır ilmik ilmik işlediğim spotify listem.. ve ben yine buradayım.

Sanırım olay yazamamamda değil, yazmaya başladığım zaman dilimindeymiş. Neyse ki sorunum çözüme ulaştı..

Salı gecesi, 'oo tatil!!' hevesim, 12yi görmeden uyuyakalmamla birlikte istediğim etkiyi bünyemde gösteremediği için adeta bir hüsran oldu. Neyse ki bugün şaşırtıcı bir şekilde uykum yok, son zamanlarımda tavuk gibi erkenden rüyalar alemine geçiş yaptığımı düşünürsek. Bu gerçekten şaşırtıcı!

Evet benim duyduğumu siz de duyuyor musunuz? Bu sesler.. Biyolojik saatimin değişme sinyalleri!

Uzuun uzun film seçmelerimin ardından.. mutlu haber blog arkadaşlarım!! Sonunda bugün film izleyebildim, üstelik 2 tane!

Tabi siz benim bu film seçememe kehanetimden bi habersiniz, buralarda bundan bahsedecek kadar var olamadım ne yazık ki.. ama durum böyleydi işte sevgili blogger arkadaşlarım. Ben çok uzun zamandır film seçemediğim için kendimi sit-com’un kucağına atıyordum. Amaa bugün şeytanın bacağını kırdım. 

Ve hemen sıcağı sıcağına burada yazayım dedim. İşteee:

#Volver (2006)

Bu bir Pedro Almadovar filmidir. Eğer siz hiç hayatınızda Almadovar filmi izlemediyseniz, henüz çok geç değil. Ama zaman aleyhinize işliyor, elinizi çabuk tutun.

Genel olarak film hakkında yapılan yorumlarda en sevmediğim şey olan spoilerden olabildiğince uzak durmaya çalışırım yazılarımda. Blogun sağ üst köşesinde ‘bu blog spoiler’ içerir yazısı bulunsa bile, beni okuyan arkadaşlarım bilirler ki hassasımdır bu konuda.

Ama inanın Volver hakkında konuşamamamın nedeni bu hassasiyetim değil. Gerçekten ama gerçekten anlatılamayacak bir film olmasından.. yer yer absürd, yer yer dram.. Almadovar filmi işte. Woody Allen filmlerinde dediğim gibi, başka tanıma ne hacet.



#Me and Earl and The Dying Girl (2015)

Filmekimi’ne gelebilecek isimlerin listesini elime aldığım ilk dakikadan beri bu filmi merak ediyordum. Ki görünen o ki, 2 hafta daha bekleyemedim ve bugün izledim.

Fakat nasıl desem.. ben bu filmi pek sevemedim.. Yani aslında tam da benim seveceğim tarzda sakin, Amerikan banliyösünde geçen sevimli, duygusal film kategorisinde değerlendirebileceğimiz bir filmdi. Olmadı..

Bir filmi fazlaca gözde büyütmenin verdiği acı gerçek. Bir türlü şu duruma kendimi alıştıramadım. Büyük umutlar, büyük hayal kırıklığı getirir.

Filmde; Rachel ile Greg’in talihsiz arkadaşlıklarının X. gününde, çocuk “dokunaklı romantik bir hikaye olsaydı, kesinlikle aşık olurduk.” diye düşünüyor.

Aynen öyle Greg! Eğer dokunaklı romantik bir hikaye olsaydı, kesinlikle bu filme aşık olurdum!


 *Rachel'ın pembe peruğuna bayıldım!

Son olarak..
İyi bayramlar, iyi sabahlar!!

E.

  

22.9.15

Eylül biterken..

“… Neden söz ettiğimi biliyorsunuz. Bütün aşklar küllenir, bütün babalar ölür, bütün hikayeler biter. Birinin yıkıntıların nöbetini tutması gerekir; işte o yüzden, biri hariç, bütün çocuklar büyür…”

Bu sözleri okuduktan sonra kitabı bitiremedim, bu sayfayı tekrar tekrar okudum.

Yakın bir arkadaşımın orantısız hayranlığına rağmen, Alper Canıgüz’ü pek sevememiştim ben. Önce Tatlı Rüyalar’ı okudum, sonra da Oğullar ve Rencide Ruhlar. Evet ikincisini birincisine oranla daha çok sevdim kabul ama, Alper Kamu Cehennem Çiçeği’ni okumak için iki yıl beklediğime göre o da beni çok etkilememiş demek ki. Geçen hafta bitirdim işte bu kitabı da, ve hala dönüp dönüp son sayfasını okuyorum.  Sanırım bazı şeylerin seni etkilemesi için hayatının bir yerinden sana dokunması gerekiyor.

Böyle işte arkadaşlar.. bu arada selam!

Uzun uzun zaman sonra.. yine döndüm dolaştım ve kürkçü dükkanına geri geldim. Yazmasam da ara sıra gelip gelip baktım, bensiz buralarda neler oluyor diye. Ama demiştim ya, sanırım biraz yazmak konusunda cesaretimi yitirdim. Hem bazen sadece okumak da güzel gelir. 

Okumak demişken, İstanbul trafiğinin bana kazandırdığı tek iyi şey herhalde sürüsüne bereket kitap okumam. İş güç derken çürüttüğüm sosyal hayatıma; otobüste kattığım kitaplar ve uyku öncesi film ve dizi seansları bir nebze olsun renk katıyor.

Bu aralar ben:

Türkiye’nin dört bir yanına dağılan üniversite arkadaşlarımla buluşma planları yapıyorum sürekli. He bir de en yakın arkadaşımın dönmesi için şafak sayıyorum.

Her gün kahveyi azaltmak için kendi kendime söz veriyorum, ve yine her gün bu sözümü tutamıyorum.

Uzun filmleri ve uzun bölümlü dizileri uykuma yenik düşüp sonlandıramadığımı fark ettikten sonra yeniden Friends’e merhaba dedim, 4. sezondayım. Favori karakterim Chandler ve Monica’nın en güzel bölümlerine geri sayıyorum.

Bol bol konser tarihlerine bakıp, ajandamı dolduruyorum.  Oh Land, Belle&Sebastian, Rhye..

Bol bol Kalben dinliyorum. Dinle!

Haruki  Murakami’nin 1Q84’ünü okumak için bayram tatilini bekliyorum.

Son olarak.. Filmekimi için sabırsızlanıyorum.

Peki ya siz?





E.