Yirmidört yaşımdayım ve bugün yirmidört ocak. Özgür Mumcu'nun bugün yazdığı yazısında söylediği gibi, takvimle kavga etmenin bir faydası yok belki de ama.. elimden gelmiyor. Şu sayılarla aramı bir türlü düzeltemiyorum..
“İşte böyle babacığım, bazen de gerçeklik buhranlarına
kapılıyorum..”
Bir gazeteceyi üstelik iyi bir
gazeteciyi kaybetmenin acısını hepimiz biliyoruz. Ülkemiz bu konuda hiç eksik
hissettirmiyor sağolsun. Ama ben size başka bir acıdan bahsedeceğim şimdi. Bir
babanın gitmesinden, bir babanın çok normal bir sabahta çok normal bir
vedasından; ve bir daha o eve dönememesinden bahsedeceğim. İşte bu kaybı
herkes bilemez; anladığını söyler ama o sadece anlamaya çalışmaktır. Bazı
acılar yaşanmadan kendini hissettiremez.
Ölüm yıldönümü nedeniyle yok
olmuş arabayı görüyorum her yerde; fonda
‘uğurlar olsun’ çalıyor. Hangi televizyon kanalı bilmiyorum, gerçi ne fark
eder. Yirmibir yıl diyor; yirmibirinci ölüm yıldönümü. İyi ki mezar taşına ölüm
yılını yazmak gibi bir geleneğimiz var diye düşünüyorum, o da olmasa bir gün
bile hatırlamayacağız.
İşte bir gazeteciyi kaybetmek
böyle hissettiriyor. Bir sabah kahvaltı ederken açtığımız televizyonda bir
gazetecinin ölüm yıldönümünün bugün olduğunu görüyoruz; ağzımıza attığımız
ekmek boğazımıza diziliyor, yutalım diye çay içiyoruz sonra. Bu kadar.. bir çay
içimlik hatırlıyoruz işte. İçimiz burkuluyor, ufak bir hüzün çöküyor belki.. o
kadar.
Sonra Özge Mumcu’nun Cunda’daki o
kitapçıda babasıyla çay içişlerini anlattığı yazısını anımsıyorum. Küçük bir
kız çocuğunun babasıyla yaşadığı çok normal bir anı. Babasını hem televizyonda
hararetli tartışmalarda hem de evdeki sevimli halleriyle gördüğü zamanlardaki
şaşkınlıktan bahsediyor. O küçük kızı düşünüyorum; hayal dünyasında babasını
nasıl bir kahraman yaptı acaba. O gün evden çıkarken babasını öpebildi mi?
Bunları düşündükçe gözlerim bulanıklaşmaya başlıyor, sanırım ağlıyorum. Bir
babanın gidip gelmemesi, nasıl çok normal bir günü kabusa dönüştürüyor
biliyorum çünkü. Kızıyorum biraz. O kızı
babasız bırakan her kimlerse onlara, bunu bulmaya çalışmayanlara, belki de
direkt ölümün kendisine kızıyorum. Sonra
da yarım bıraktığım buz gibi çayı bir dikişte içiyorum.
Ben yirmiüç yaşındayım, yani Uğur
Mumcu öldüğünde iki yaşındaymışım. Annem tüm gün ağlamış, ben hatırlamıyorum
kuzenim anlatıyor. Annemin cenaze için Ankara’ya gitmediğine şaşırıyorum,
herhalde ben çok küçüğüm diye bırakamamış olsa gerek. Bizim evde böyle adamlara
annemle babam hep değer verdi. Ben kendimi bildim bileli.. böyle yetiştim. Evde
sürekli Uğur Mumcu adını duyardım. Çocuk aklım onun kim olduğunu bir türlü
anlayamıyordum. Hem televizyondaydı hem gazetedeydi.. herhalde ünlü biri dedim.
Ama annemle babam neden bu kadar çok konuşuyordu. Yoksa bu adam bizim
akrabamız mıydı?
Altı yedi yaşlarındaydım daha
fazla dayanamamış olsam ki, anneme sordum. “Uğur Mumcu kim?” yirmidört ocaktı,
hatırlıyorum. Elektrikler kesilmişti, annem mum ışığında gazete okuyordu.
Bazen yüksek sesle okurdu ben de dinlerdim. Sorumu duyunca tekrar gazeteye
dönüp yüksek sesle okumaya başladı. Bir köşe yazarının ağzından, Uğur Mumcu’yu
dinledim o gün. İşte ben o gün tanıştım onunla.
O günden beri de, ne zaman
yirmidört ocak olsa o günü hatırlarım. Annemin babam eve gelmeden önce okuduğu o
gazeteyi; sonra birlikte sofra hazırlamamızı. Babamın aldığı o renkli mumları.
Sonrasında da elektrikler kesildiğinde oynadığımız, gölge oyunlarını.
Bazen bunların hepsinin bir hayal
olduğunu düşünüyorum; eve mum getiren babamı nasıl bir kahraman olarak
gördüğümü. Sonra gözümü kapatıyorum, yüzü gözümün önüne geliyor; gülümsüyor
bana. Ama konuşmuyor.. kendimi ne kadar zorlasam da sesini hatırlayamıyorum.
Patlamanın sesini duyduğunu
düşündüğüm o küçük kız çocuğunu hatırlıyorum yine. Ağlıyorum.. bazı sesler ne
kadar unutmak istersen iste kendini hatırlatıyor..
Çocukluk hayallerim bitiyor
böylece, büyüyorum. Büyüdükçe korkuyorum. Süper kahramanlara inandığım o
yaşları özlüyorum. İşte böyle be baba, “bazen de gerçeklik buhranlarına
kapılıyorum..”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder