24.1.15

"İnsanlar öldürülürken susulmaz."

Yirmidört yaşımdayım ve bugün yirmidört ocak. Özgür Mumcu'nun bugün yazdığı yazısında söylediği gibi, takvimle kavga etmenin bir faydası yok belki de ama.. elimden gelmiyor. Şu sayılarla aramı bir türlü düzeltemiyorum..



“İşte böyle babacığım, bazen de gerçeklik buhranlarına kapılıyorum..”

Bir gazeteceyi üstelik iyi bir gazeteciyi kaybetmenin acısını hepimiz biliyoruz. Ülkemiz bu konuda hiç eksik hissettirmiyor sağolsun. Ama ben size başka bir acıdan bahsedeceğim şimdi. Bir babanın gitmesinden, bir babanın çok normal bir sabahta çok normal bir vedasından; ve bir daha o eve dönememesinden bahsedeceğim. İşte bu kaybı herkes bilemez; anladığını söyler ama o sadece anlamaya çalışmaktır. Bazı acılar yaşanmadan kendini hissettiremez.

Ölüm yıldönümü nedeniyle yok olmuş arabayı görüyorum her yerde;  fonda ‘uğurlar olsun’ çalıyor. Hangi televizyon kanalı bilmiyorum, gerçi ne fark eder. Yirmibir yıl diyor; yirmibirinci ölüm yıldönümü. İyi ki mezar taşına ölüm yılını yazmak gibi bir geleneğimiz var diye düşünüyorum, o da olmasa bir gün bile hatırlamayacağız.

İşte bir gazeteciyi kaybetmek böyle hissettiriyor. Bir sabah kahvaltı ederken açtığımız televizyonda bir gazetecinin ölüm yıldönümünün bugün olduğunu görüyoruz; ağzımıza attığımız ekmek boğazımıza diziliyor, yutalım diye çay içiyoruz sonra. Bu kadar.. bir çay içimlik hatırlıyoruz işte. İçimiz burkuluyor, ufak bir hüzün çöküyor belki.. o kadar.

Sonra Özge Mumcu’nun Cunda’daki o kitapçıda babasıyla çay içişlerini anlattığı yazısını anımsıyorum. Küçük bir kız çocuğunun babasıyla yaşadığı çok normal bir anı. Babasını hem televizyonda hararetli tartışmalarda hem de evdeki sevimli halleriyle gördüğü zamanlardaki şaşkınlıktan bahsediyor. O küçük kızı düşünüyorum; hayal dünyasında babasını nasıl bir kahraman yaptı acaba. O gün evden çıkarken babasını öpebildi mi? Bunları düşündükçe gözlerim bulanıklaşmaya başlıyor, sanırım ağlıyorum. Bir babanın gidip gelmemesi, nasıl çok normal bir günü kabusa dönüştürüyor biliyorum çünkü.  Kızıyorum biraz. O kızı babasız bırakan her kimlerse onlara, bunu bulmaya çalışmayanlara, belki de direkt ölümün kendisine kızıyorum.  Sonra da yarım bıraktığım buz gibi çayı bir dikişte içiyorum.



Ben yirmiüç yaşındayım, yani Uğur Mumcu öldüğünde iki yaşındaymışım. Annem tüm gün ağlamış, ben hatırlamıyorum kuzenim anlatıyor. Annemin cenaze için Ankara’ya gitmediğine şaşırıyorum, herhalde ben çok küçüğüm diye bırakamamış olsa gerek. Bizim evde böyle adamlara annemle babam hep değer verdi. Ben kendimi bildim bileli.. böyle yetiştim. Evde sürekli Uğur Mumcu adını duyardım. Çocuk aklım onun kim olduğunu bir türlü anlayamıyordum. Hem televizyondaydı hem gazetedeydi.. herhalde ünlü biri dedim. Ama annemle babam neden bu kadar çok konuşuyordu. Yoksa bu adam bizim akrabamız mıydı?

Altı yedi yaşlarındaydım daha fazla dayanamamış olsam ki, anneme sordum. “Uğur Mumcu kim?” yirmidört ocaktı, hatırlıyorum. Elektrikler kesilmişti, annem mum ışığında gazete okuyordu. Bazen yüksek sesle okurdu ben de dinlerdim. Sorumu duyunca tekrar gazeteye dönüp yüksek sesle okumaya başladı. Bir köşe yazarının ağzından, Uğur Mumcu’yu dinledim o gün. İşte ben o gün tanıştım onunla.
O günden beri de, ne zaman yirmidört ocak olsa o günü hatırlarım. Annemin babam eve gelmeden önce okuduğu o gazeteyi; sonra birlikte sofra hazırlamamızı. Babamın aldığı o renkli mumları. Sonrasında da elektrikler kesildiğinde oynadığımız, gölge oyunlarını.

Bazen bunların hepsinin bir hayal olduğunu düşünüyorum; eve mum getiren babamı nasıl bir kahraman olarak gördüğümü. Sonra gözümü kapatıyorum, yüzü gözümün önüne geliyor; gülümsüyor bana. Ama konuşmuyor.. kendimi ne kadar zorlasam da sesini hatırlayamıyorum.
Patlamanın sesini duyduğunu düşündüğüm o küçük kız çocuğunu hatırlıyorum yine. Ağlıyorum.. bazı sesler ne kadar unutmak istersen iste kendini hatırlatıyor..


Çocukluk hayallerim bitiyor böylece, büyüyorum. Büyüdükçe korkuyorum. Süper kahramanlara inandığım o yaşları özlüyorum. İşte böyle be baba, “bazen de gerçeklik buhranlarına kapılıyorum..”

2.1.15

10'dan geriye doğru saydık mı?

Ooooo yeni yılın ilk yazısı geliyoor!!

Yeni bir yılın ikinci gününden herkese merhaba! Nasıl geçti yılbaşı? Çılgınlar gibi eğlendiniz mi yoksa pijamalarınızla televizyon karşısında pinekleyenlerden misiniz? –benim gibi. Neyse ki yeni yılın ilk sabahına baş ağrısıyla uyanmayacak kadar çok çay içtik.

Yeni yıl benim için yeni yaş demek. 1 Ocak doğumlular anlar beni; hem çok güzel bir gündür doğmak için  hem de koskoca yılda bula bula bugünü mü buldum ben! diye söylenmeme sebeptir yıllarca. Saat onikiyi vurduğunda arkadaşlarım yeni yıl dilekleriyle birlikte doğum günümü de kutlamaya başlarlar.

Böyle işte.. ben de bir yaş daha yaşlanmamın şerefine kendimi günlerdir orantısız derecede filmlere vurdum. Üstelik finallerim kapıda. Vicdan azabımla iyice yüzgöz olmuş halde; yeni film arayışına girmeden buraya bir uğrayayım dedim.

Her yıl film listeleri yapardım kendime lisedeyken. İzledikçe de yanına tik atardım. Böyle böyle çok fazla film izledim. Tüm lise hayatım interneti sınırsız olan arkadaşlarıma film listeleri hazırlamakla geçti. Sonra üniversiteye başladım; onunla birlikte de garsonluk kariyerim başladı tabii ki. Para kazandıkça dvd aldım. Aldım da aldım.. sonra bir baktım duvarda raf yapacak yer yok. Filmler, kitaplar taşıyor; ee tabii bu film aşkına para da yetmiyor. İnterneti sınırsız yapıp faturayı aile bütçesine ekleyip kurtuldum:) O zamandan beri listelere sadık kalamıyorum. Anlık film tercihleriyle günler geçip gidiyor işte.

Bazen bir yönetmene bazen bir türe bazen bir ülkeye bazen de bir aktöre takılıyorum. Sonra bir bakmışım ardı ardına filmleri sıralamışım. Woody Allen, John Hughes, Richard Linklater, Audrey Hepburn, Marion Cotillard, Ethan Hawke, Robert De Niro, Winona Ryder, Audrey Tautou… daha aklıma gelmeyen bir çok ismin dahil olduğu filmler sadece o isimler olduğu için izlendi mesela. (bu da benim huyum işte!)

Bu aralar da kafayı Mark Ruffalo’ya taktım. Yani zaten kendisini severdim, bir çok filmini de izlemiştim ama nereden estiyse bir yerlerden esti. Açtım imdb sayfasını ve tüm filmlerini izlemeye ant içtim. Ve sanırım mutlu sona ulaştım.

Bu kadar gevezelik yeter, sadete gel film öner bize diyorsunuz biliyorum.. pekii o halde 2015in ilk film önerileri geliyoor!!



#Magic in the Moonlight

Eveet.. bir adet Woody Allen filmi ile başlıyoruz. Colin Firth’ün o güzel İngiliz aksanı ve Emma Watson’ın doğal güzelliğiyle, Allen’ın zekası birleşince eğlenceli bir filmin ortaya çıkmaması imkansız. Artık klasikleşmiş bir Woody Allen tarzını birebir yansıtan bir film. 
Her filmde ya kendini ya da başka bir yüzde Woody Allen’ı görmeye alışmış biz Allen severler için sanırım Colin Firth’e bürünmüş bir Woody Allen görmek çok güzeldi doğrusu. (her filmde Tanrı’ya inanmayan bir karakter barındıran filmlerinden aşikar olduğum Allen bu filmde biraz tersköşe yapsa da şaşırtmadı. ama bir an Woody Allen imana mı geldi acaba? diye düşünmedim değil.)

Hayatına biraz daha yalanların girmesine müsaade ettiğinde.. mutluydun!

#Girl, Interrupted

Hoop geçmişe gidiyoruz. Yıl 1999. Başrollerde Winona Ryder ile Angelina Jolie.
Tek kelimeyle bayıldım. ‘Guguk Kuşu’nun kadın versiyonu olmuş.’ gibi eleştirilere katılmıyorum. Evet bir akıl hastanesinde geçmesi insana Guguk Kuşu’nu ve Jack Nicholson’ı hatırlatıyor olabilir. Ama bu demek değil ki, her akıl hastanesinde geçen filmi onunla kıyaslayalım. Karakterlerin çok güzel yansıtıldığı, derine inilmese de bir çok karakterin hikayesine de değinildiği; ruhu olan filmlerden. Dönemin siyasetinin gölgesinde yaratılan klasik bir amerikan ailesinde; bir genç kızın kendini bulmasını izliyoruz. (Winona Ryder için açtığım filmi; bir baktım Angelina Jolie hayranı olarak bitirdim. Kesinlikle Jolie’nin en başarılı performansı.)

Hissetmek istemediğinizde, ölüm rüya gibi gelebilir.

#We Don’t Live Here Anymore

Yukarıda bahsettiğim gibi; Mark Ruffalo filmlerine bakarken, isminin ve imdb’deki fotoğraflarının ilgimi çekmesiyle, kendimi bu filmi izlerken buldum. (Türkçeye ‘Aşk artık burada oturmuyor’ diye çeviren kişiye buradan selamlar gönderiyorum.)
2004 yapımı bir film. İlişkiler, arkadaşlıklar, evlilik, aldatma, sadakatsizlik gibi kadın ve erkeği yakından ilgilendiren konuları realist bir şekilde izlemeyi seviyorsanız, bu sizin filminiz olabilir. (ayrıca Last Night’ı da önerebilirim.)
Rüya gibi bir hayat anlatan çerez filmleri de severim; eğlenirim gülerim ama derlerse onlar mı yoksa böyle gerçekçi filmler mi? Her zaman bu filmler beni daha derinden etkilemişlerdir. Polyannacılık oynamaktansa içime oturan repliklere sahip bu filmleri tercih ediyorum. (Mark Ruffalo’nun oynadığı karakter ise favorim.)

Eğer seni sevmeseydim başka birini sevmek zorunda kalırdım.

#13 going on 30

İşte çerez bir film! Doğum günümün sabahı, yeni yılın ilk kahvaltısının ardından kahve yanı tatlı niyetine bir film seçtim. Vee yıllar önce izlediğim bu filmi tozlu raflardan çıkardım. Hepimizin Pazar sineması olarak televizyonlardan bildiği ‘Keşke 30 Olsam’ı izledim.Bu yıl pastamın üstünde ne dilesem acaba diye düşünmeden önce; ne dilememem gerektiğini hatırlatması için güzel bir tercih oldu. Bir de üstüne eğlendim. Daha güzel bir doğumgünü düşünebiliyor musunuz?

Bence hepimiz unuttuğumuz bir şeyi tekrardan hissetmek istiyoruz.

#The Brothers Bloom

Yaklaşık bir saat önce bitirdim Ve sıcağı sıcağına yazıyorum. Şimdi bu film için üç şey söyleyeceğim: Başrollerde Mark Ruffalo ve Adrian Brody var, hem de bu iki tatlı insan dolandırıcı kardeşler vee son olarak filmin bir bölümü Prag’da geçiyor!! Daha ne olsun:)
Dolandırıcılık üstüne olan filmlere sempatim, Oceans serisinden sonra başlamıştı. O filmlerin üstüne başka film tanımasam da bu tarz filmleri çok izledim. The Brothers Bloom, Oceans’ın önüne tabii geçemedi ama artık benim için diğer filmler Bloom Kardeşlerle de yarışıyor olacak:)

Aldatılmış hissetmenin yolu nasıl aldatacağını öğrenmekten geçer.


Bugünlük bu kadar. Önceden yazılmamış bir haftasonu istiyorsanız; boşverin planları! Haftasonunun keyfini çıkarın!



E.

28.12.14

İkibinonbeş'e bir kala..

Haftasonunun getirdikleri:
Biraz huzur, biraz soğuk, biraz da film. Yarın pazartesi ve ben henüz evden çıkmaya hazır değilim.

bu bir gerçek hikayedir...
Sonunu yine en güzelinden bir filme bağlayacağım düşünceler bunlar.. alıcılarınızın ayarlarıyla oynamanıza gerek yok. Bir doğum günü çocuğunun geçen yıla içini dökmesi deyip geçelim..

Bu yıldan ne istiyorum? Kendimi uzak tutmaya düşündükçe tutulduğum bazı saplantılar, bazı alışkanlıklar var. Ardıma bir an bile bakmadan tereddüt etmeden yürüyüp gitmek istediğim yollar; ne olduğunu nasıl olduğunu unuttuğum alışkanlıklarım; sözünü bestesini unuttuğum şarkılar olsun istiyorum.

Çift sayıları hiç sevmedim. Çift sayılarla biten yılları da.. 2014’e hiç girmek istememem bu yüzdendi. Girmeme gibi bir seçeneğim olsaydı emin olun kullanırdım. Neden bilmiyorum. Bazı şeylerin nedenini tanımlamak çok zor. Hiç yanıltmadı beni bu yıl.. mart-ağustos arasını hatırlamıyorum bile.. O arada tatile çıktım, bir mezuniyet balosu geçirdim, kep attım.. inanın hiç birini doğru düzgün hatırlamıyorum bile. Çok uzaklarda kalmış birer anı gibiler şimdi bana..

Şimdi bunları neden yazıyorum; kendisini sanal dünyada tanımlamaya çalışan insanlara-insana karşı kızgınlığım olsa bile neden ben şimdi burada bunları yazıyorum bilmiyorum. (zaten kimse okumayacak) İçimden geldi yazıyorum. İçimden nasıl geldiyse öyle yaşadığım gibi.
Bazı şarkılara küstüm biliyor musunuz? Bazı filmlere kızgınım misal.. bazı şairleri dinlemiyorum artık. en çok da ‘şarabı en iyi ben açarım’ diyenlerden uzak durmaya çalışıyorum. Malum onların özgüveni beni tüketiyor. Anladım.

İnsanlar hep terk eder. Bilerek veya bilmeyerek.

Bunları neden anlattığımı inanın hala bilmiyorum. Belki biraz durur burada. Sonra da silerim gider.
Ne güzel dimi? istediğim zaman silebileceğim şeyler de yaratabiliyorum bu dünyada. Sileceğim ve kimsenin umrunda dahi olmayacağı şeyler.

İyi ki..



Bu yılın son film önerisi: Chocolat olsun diyorum. Ne dersiniz? Soğuk kışa inat; sıkıcı bir yıla rağmen.. bir çikolatayla mutlu olanlar için. İyi yıllar olsun!

E.


21.12.14

Bir Pazar Klasiği: Yeni Yazı!

Yazıyorum yazıyoruum yaazdım!!

Son yazımın üstünden bir hafta geçmiş.. sözde hemen arkasından dizi önerilerini yazacaktım. Benim neyime yazı dizisi hazırlamak ki zaten. Ayda bir yazıyorum neredeyse. Nerde o eski hızlı günlerim..
Şuan bunu sizlere yazarken; Cnbc-e’yi açtım. Çünkü, sevdiğim bir diziyi veya filmi televizyonda bulursam kaçırmam. 17ınch ekranla nereye kadar.. büyük ekranda izlemek ayrı güzel. (Tabii ki dublaj olmayacak. Mesela, geçenlerde ‘Ocean's 11’ı gördüm bir televizyon kanalında. nasıl sevindiim nasıılıl anlatamam.. bir heves açtım izliyorum. daaannn! Dublaj! Görüntü George Clooney, ses Tamer Karadağlı! Hemen kapattım tabii. Sanırım film izlerken tahammül edemediğim tek şey dublaj.(bi işte Back to the Future dublajı özeldir benim için o kadar.)



Neysee.. dizi diyordum. Hatta izliyorum diyordum. Forever’dan bahsediyorum. Bitmesin diye azar azar izlediğim yeni  göz bebeğim. Özellikle Ioan Gruffudd’un o ingiliz aksanı yok mu!! New York ve cinayet ikilisini izlemeyi seviyorsanız, başlayın. Zaten dizi henüz ilk sezonunda sakin sakin izleyin:)

Ben var yaa.. eski CSI’cılardanım. Her tür CSI, FBI ne varsa izledim. Hatta çocukluk işte..  anneme sorarmışım burada da FBI var mıı? diye..  evet biraz psikopatça belki ama daha o yaşlardayken bile çizgi film üstüne çerez niyetine bunları izlerdim.

Misal, CSI New York benden sorulur! Ayrıca sıkı bir Cold Case hayranıydım!

İşte bu sıralar yine esti benim ajan iç güdülerim. Fringe’dan sonra beni sürükleyen pek bir dizi takip etmemiştim. Daha çok gençlik dizileri/sitcomlar vs. ile oyalamıştım kendimi. Bu durumu Fargo’yla değiştirdim. Bu da demektir ki size başka güzel bir dizi daha!!

Düşünsenize her bölümü bir film tadında olan bir diziden bahsediyorum. Fargo’yu sevmeyen ölsün.

Zamanımın kısıtlı olduğu şu zamanlarda dizi izlemeye başlayarak; tüm aylaklığımla gururlu bir şekilde kurulduğum koltuktan bildirdim. Herkese iyi seyirler!



*Yılbaşı yaklaşırken planlar, programlar, hediyeler, dersler, işler… olanca ihtişamıyla yerini almışken hazır dedim ki iyice karıştırayım işi ve başka bi uğraş daha bulayım kendime. Çünkü ben mazoşistim. Çünkü ben iki ayağımı bir pabuca sokmadan yürüyemem… dedim. Vee yeni bir başlangıç yaptım. Daha yapamadım gerçi ama haftaya bu saatlerde yapmış olacağım. Eğer bana 'senden senarist olmaz ' demezlerse… 
evet, doğru duydunuz:) kısa film senaryo kursuna başlıyorum bu hafta. Yeni yıl/yeni yaş hedeflerimle koşarak geliyorum 2015!

O nedenle ben bu aralar biraz fazla kelimelerle yoğun bir ilişki halinde olacağımı düşündüğümden uzun bir süre buralara uğramazsam beni takip listesinden kaldırmayın.
(böyle diyip diyip yarın yeni yazı yazarsam ne gülerim amaa..)

Yazmaya başlayınca da sonlandıramıyorum..

O zaman çalsın!


E. 

14.12.14

‘Ceketimi burada unutmuş olabilir miyim?’

diye sorarak yazmaya başlar kız...

Merhaba! Bu hafta bu kaçıncı başlangıcım acaba.. hatırlamıyorum. Masaüstümde ardı ardına açılmış tertemiz beyaz dosyalar var. Çok konuşmak istersin; ama yazıya dökmek zor gelir ya.. o durumu yaşıyorum şu sıralar. Nasıl tembelim nasıııl.. Aslında Summer gibi bir ses kaydı yapmak aklımdan geçmedi değil ama itiraf etmem gerekirse ona da üşendim.

Başımı kaşıyacak kadar vaktimin olmaması gerçeğinin yanında ben bir o kadar tembelim bu aralar. (insan yemek yemeye üşenir mi? üşeniyormuş.)

O halde lafı fazla uzatmıyorum ve kabaran dizi-film dosyama dönüyorum hemen..



#Predestination
‘Amaan Tanrım! Ethan Hawke mı o!!’ diye bir çığlık sonrası gecenin bir körü izlemeye başladım birkaç hafta önce bu filmi. Filmin kadrosunda Ethan’ın olması yeterli benim için malum. Zamanda yolculuk, zamansızlık.. karmaşık zaman kavramı diye özetlenebilecek türden bir konuya sahip film; ne yazık ki Ethan’a rağmen sevilmedi. (Filmin ilk yarısı hariç. Gerçekten gerilim, merak güzel işlenmiş.)

‘peki ya hayatını mahveden adamı ayağına getirseydim. eğer yanına kâr kalacağını garanti edebilseydim. onu öldürür müydün?’

#Shrink
Bir ‘Amaan Tanrım!’ daha.. son zamanlarda izlediğim en başarılı filmlerden desem.. kadrosunda Kevin Spacey ve Robin Williams var desem.. marihuana içen bir terapist hikayesi işleniyor desem.. ne dersiniz?
Kesinlikle izleyin!

‘mutluluk bir hissi anlatmak için kullanılan bir sözcüktür.’

#Away We Go
Şimdi ismini hatırlayamadığım (eğer bunu okuyorsan ses ver!:)) bir blog arkadaşım önermişti. Uzun zamandır izleyeceklerim listesinde duruyordu. Birkaç kez izlemeye kalkışsam da hep başkaları önüne geçti, kısmet olmadı. Sonunda izledim. Ama ne yazık ki.. özgürlük, seyahat, samimi diyaloglar vs. aslında sevebileceğim tüm şeyleri barındıran bu filmi neden sevemedim onu bilmiyorum işte. Yaşayacağın yere karar verme sürecini en tatlı seyahat planına dönüştüren bu tatlı çiftimize bir ‘eh işte’ geliyor benden. Üzgünüm.

#Tar (The Color of Time)
Şimdiii gelelim fasulyenin faydalarına.. Fonda daktilo sesinin olduğu bir film hayal edin. Bir şairin anlaşılması güç iç dünyasını çekimlerle anlatmaya çalışan yönetmenler düşünün bir de. Sonra bu şairin yerine James Franco’yu; onu karşısına da Mila Kunis’i koyun.
Gün doğumu/gün batımı çekimleri arasında; gittikçe soluklaşan bir rengin eşliğinde izliyoruz bu şairimizin hayatını. Kimilerine sıkıcı gelebileceğine inandığım fazlaca durağan bir film. Ama eğer siz de benim gibi Franco, şiir ve durağan film severseniz. Bir bakın derim. (şairimiz C.K. Williams)

‘nedenini bilmiyordu ama bağırmamak elde değildi.’

#Başka Dilde Aşk
Eveet geldik listemin favorisine. Hatta en sevdiğim türk filmleri arasında ilk beşte oynayan filmimize.
Aslında taa vizyona girdiği yıl. 2009du sanırım, daha dün gibi aklımda sinemada izlemiştim. Hatta burada da yazmıştım. Üstünden ne kadar da zaman geçmiş. Neler geçmiş üstünden..
Nasıl hayran kalmıştım filme. Mert Fırat’ın oyunculuğunu ilk orada farketmiştim hatta. Sonrasında da tiyatro oyunları, diziler, filmler derken hala takipteyim.. (Özellikle İlksen Başarır’la çalıştıysa o yapımda. Kötü olma ihtimali yok benim gözümde.)
Geçen gün dedim ki. Ya hadi ben bir kez daha izleyeyim bu filmi. İyi ki demişim be. iyi ki..

‘hiç konuşmadan anlaşabilir miyiz acaba?’



Niteliksiz bir anım* (Mia kulakların çınlasın!): Üç dört yıl önce Radikal gazetesinde staja başladığım günü dün gibi hatırlıyorum. Demişlerdi ki bana emin misin gazeteci olmak istediğinden. Tabii ki emin değildim. Hala değilim.. ‘ama ben sinemayla, sanatla ilgili bir şeyler yapacağım ve onun içinde mutlaka kelimeler olacak’ diye cevap veriyorum artık şimdi soranlara. Neyse.. o zamanlar daha küçüğüm tabi; bir de bir heyecan ki sorma. 2. Haftamdı sanırım; önüme bir telefon koydular. Sabah saat 9. Bir de liste tutuşturdular elime; bir sürü oyuncu ve yönetmenin telefon numarası var.

Sırayla arayıp; bir haberle ilgili görüş almam gerek. Listenin ilk başında Nejat İşler var. (arar mıyım hiç sabahın köründe ben onu). hemen atladım ikinci sıraya.. Saadet Işıl Aksoy. Tuşladım numarayı; ikinci çalmada açtı. Amerika’daymış bir de üstüne setteymiş. İçimden ‘ohh yurtdışı da yazdı şimdi’ diyerek kapadım telefonu. Sonra birkaç başarısız telefon görüşmesi daha..

Yılmadım devam ettim. Sıradaki ismimiz: Mert Fırat’tı. ‘Noluur açsııın!’ diye dualar ederek aradım. Çaldııı çaldııı çaldııı.. nasıl bir yüzsüzlükse benimkisi uzuun uzun çaldırdım adamın telefonunu. Tam umudumu kesmişken açtı. Sesi tabii ki uyku sersemi. Konuşmanın girizgahı vs. ve patlattım soruyu. (sabahın köründe beni biri uykumdan uyandırsa ve saçma bir soru sorsa kesin telefonu yüzüne kapatırdım.)

Mert Fırat tabii ki öyle yapmadı. ‘Ben biraz önce uyandım da hatta telefonla’ deyip güldükten sonra ‘sizi ben bir saat sonra ararım; radikaldi dimi?’ dedi. (hadi canıım seni de ne güzel ekmiş. arar mı hiç demeyin. ben de öyle demiştim.)

Amaaa.. Tam bir saat sonra uzun bir Mert Fırat telefon görüşmesi yaptım!! Evet yaa.  Gerçekten de aradı:)

Sanırım; gazeteciliğin çok güzel bir şey olduğunu o gün,  Mert Fırat’ı uykusundan uyandırarak yaptığım görüşmeden sonra anladım.
(Yani arkadaşlar, işin asıl önemli noktası şu: iş için bile olsa Mert Fırat o gün, güne benim sesimle başladı:) )

The End.

*dizi önerilerim gelecek yazıda.. (ooff arkası yarınlı fotoromanlar gibi oldu.)


E.