diye sorarak yazmaya başlar kız...
Merhaba! Bu hafta bu kaçıncı başlangıcım
acaba.. hatırlamıyorum. Masaüstümde ardı ardına açılmış tertemiz beyaz dosyalar
var. Çok konuşmak istersin; ama yazıya dökmek zor gelir ya.. o durumu yaşıyorum
şu sıralar. Nasıl tembelim nasıııl.. Aslında
Summer gibi bir ses kaydı yapmak
aklımdan geçmedi değil ama itiraf etmem gerekirse ona da üşendim.
Başımı kaşıyacak kadar vaktimin
olmaması gerçeğinin yanında ben bir o kadar tembelim bu aralar. (insan yemek
yemeye üşenir mi? üşeniyormuş.)
O halde lafı fazla uzatmıyorum ve
kabaran dizi-film dosyama dönüyorum hemen..
#Predestination
‘Amaan Tanrım! Ethan Hawke mı o!!’
diye bir çığlık sonrası gecenin bir körü izlemeye başladım birkaç hafta önce bu
filmi. Filmin kadrosunda Ethan’ın olması yeterli benim için malum. Zamanda
yolculuk, zamansızlık.. karmaşık zaman kavramı diye özetlenebilecek türden bir
konuya sahip film; ne yazık ki Ethan’a rağmen sevilmedi. (Filmin ilk yarısı
hariç. Gerçekten gerilim, merak güzel işlenmiş.)
‘peki ya hayatını mahveden adamı
ayağına getirseydim. eğer yanına kâr kalacağını garanti edebilseydim. onu
öldürür müydün?’
#Shrink
Bir ‘Amaan Tanrım!’ daha.. son
zamanlarda izlediğim en başarılı filmlerden desem.. kadrosunda Kevin Spacey ve
Robin Williams var desem.. marihuana içen bir terapist hikayesi işleniyor
desem.. ne dersiniz?
Kesinlikle izleyin!
‘mutluluk bir hissi anlatmak için
kullanılan bir sözcüktür.’
#Away We Go
Şimdi ismini hatırlayamadığım
(eğer bunu okuyorsan ses ver!:)) bir blog arkadaşım önermişti. Uzun zamandır
izleyeceklerim listesinde duruyordu. Birkaç kez izlemeye kalkışsam da hep
başkaları önüne geçti, kısmet olmadı. Sonunda izledim. Ama ne yazık ki.. özgürlük,
seyahat, samimi diyaloglar vs. aslında sevebileceğim tüm şeyleri barındıran bu
filmi neden sevemedim onu bilmiyorum işte. Yaşayacağın yere karar verme
sürecini en tatlı seyahat planına dönüştüren bu tatlı çiftimize bir ‘eh işte’
geliyor benden. Üzgünüm.
#Tar (The Color of Time)
Şimdiii gelelim fasulyenin
faydalarına.. Fonda daktilo sesinin olduğu bir film hayal edin. Bir şairin
anlaşılması güç iç dünyasını çekimlerle anlatmaya çalışan yönetmenler düşünün
bir de. Sonra bu şairin yerine James Franco’yu; onu karşısına da Mila Kunis’i
koyun.
Gün doğumu/gün batımı çekimleri
arasında; gittikçe soluklaşan bir rengin eşliğinde izliyoruz bu şairimizin
hayatını. Kimilerine sıkıcı gelebileceğine inandığım fazlaca durağan bir film.
Ama eğer siz de benim gibi Franco, şiir ve durağan film severseniz. Bir bakın
derim. (şairimiz C.K. Williams)
‘nedenini bilmiyordu ama
bağırmamak elde değildi.’
#Başka Dilde Aşk
Eveet geldik listemin favorisine.
Hatta en sevdiğim türk filmleri arasında ilk beşte oynayan filmimize.
Aslında taa vizyona girdiği yıl.
2009du sanırım, daha dün gibi aklımda sinemada izlemiştim. Hatta
burada da
yazmıştım. Üstünden ne kadar da zaman geçmiş. Neler geçmiş üstünden..
Nasıl hayran kalmıştım filme.
Mert Fırat’ın oyunculuğunu ilk orada farketmiştim hatta. Sonrasında da tiyatro
oyunları, diziler, filmler derken hala takipteyim.. (Özellikle İlksen Başarır’la
çalıştıysa o yapımda. Kötü olma ihtimali yok benim gözümde.)
Geçen gün dedim ki. Ya hadi ben
bir kez daha izleyeyim bu filmi. İyi ki demişim be. iyi ki..
‘hiç konuşmadan anlaşabilir miyiz
acaba?’
Niteliksiz bir anım* (Mia
kulakların çınlasın!): Üç dört yıl önce Radikal gazetesinde staja başladığım
günü dün gibi hatırlıyorum. Demişlerdi ki bana emin misin gazeteci olmak
istediğinden. Tabii ki emin değildim. Hala değilim.. ‘ama ben sinemayla,
sanatla ilgili bir şeyler yapacağım ve onun içinde mutlaka kelimeler olacak’ diye
cevap veriyorum artık şimdi soranlara. Neyse.. o zamanlar daha küçüğüm tabi;
bir de bir heyecan ki sorma. 2. Haftamdı sanırım; önüme bir telefon koydular.
Sabah saat 9. Bir de liste tutuşturdular elime; bir sürü oyuncu ve yönetmenin
telefon numarası var.
Sırayla arayıp; bir haberle
ilgili görüş almam gerek. Listenin ilk başında Nejat İşler var. (arar mıyım hiç
sabahın köründe ben onu). hemen atladım ikinci sıraya.. Saadet Işıl Aksoy. Tuşladım
numarayı; ikinci çalmada açtı. Amerika’daymış bir de üstüne setteymiş. İçimden ‘ohh
yurtdışı da yazdı şimdi’ diyerek kapadım telefonu. Sonra birkaç başarısız
telefon görüşmesi daha..
Yılmadım devam ettim. Sıradaki
ismimiz: Mert Fırat’tı. ‘Noluur açsııın!’ diye dualar ederek aradım. Çaldııı
çaldııı çaldııı.. nasıl bir yüzsüzlükse benimkisi uzuun uzun çaldırdım adamın
telefonunu. Tam umudumu kesmişken açtı. Sesi tabii ki uyku sersemi. Konuşmanın
girizgahı vs. ve patlattım soruyu. (sabahın köründe beni biri uykumdan
uyandırsa ve saçma bir soru sorsa kesin telefonu yüzüne kapatırdım.)
Mert Fırat tabii ki öyle
yapmadı. ‘Ben biraz önce uyandım da hatta telefonla’ deyip güldükten sonra ‘sizi
ben bir saat sonra ararım; radikaldi dimi?’ dedi. (hadi canıım seni de ne güzel
ekmiş. arar mı hiç demeyin. ben de öyle demiştim.)
Amaaa.. Tam bir saat sonra uzun
bir Mert Fırat telefon görüşmesi yaptım!! Evet yaa. Gerçekten de aradı:)
Sanırım; gazeteciliğin çok güzel
bir şey olduğunu o gün, Mert Fırat’ı
uykusundan uyandırarak yaptığım görüşmeden sonra anladım.
(Yani arkadaşlar, işin asıl
önemli noktası şu: iş için bile olsa Mert Fırat o gün, güne benim sesimle
başladı:) )
The End.
*dizi önerilerim gelecek yazıda..
(ooff arkası yarınlı fotoromanlar gibi oldu.)
E.