Eskidenmiş postacı beklemek. Birinden bir haber, bir cevap almak için beklemek günlerce. Gelen, gelmeyen, kaybolan zarflar içinde yazan o satırlar. Şimdilerde bir ‘delete’ tuşunda sonunun geldiğini düşündüğümüzde, o zamanlar onu ortadan kaldırmak bile zahmetliymiş doğrusu.
Kendini yazıya yansıtmak hem zor hem de kolaydır. Zordur, yüzleşmek ne zaman kolay olmuştur ki; kolaydır, bir türlü ağızdan çıkamayan, düğümlenen o bütün laflar kalemden daha rahat yol bulur kendine.
Ucundan kıyısından da olsa mektupların gelip gittiği o zamanların şahidi oldum. Küçüktüm tabi, ne bana yazıldı ne de ben yazdım uzaktakine. İşte hep bundan, teknolojiyi sevsem mi sevmesem mi bilemiyorum kendimi bildim bileli. Anti-yenici olarak mail kutumun okunmamışlarla dolu olmasındansa, odamdaki çekmecenin okunmuş mektuplarla dolup taşmasını tercih ederdim. Tabi ki; yıl 2011 ve bu imkansız.
Birine adresini sorduğunuzda @ görmek yerine, sokak ismini duymayalı kaç yıl oldu hiç düşündünüz mü? Times new roman karakteriyle değil de yazıyı el yazısıyla okumak her zaman farklı hissettirir. Fazla okunan mektupların katlı yerlerinden yırtılacak duruma gelmesi; zamanla sararması; yazıların okunulmayacak derecede silinmesi; sadece bana mı özel ve farklı geliyor. Kendi kendime ‘acaba ben mi geri kafalıyım ya da herkes mi çok modern?’ sormadan edemiyorum.
Bir insan sevdiğine her gün bir kağıt dolusu bir şeyler anlatabiliyorsa; yılmadan, cevap almadan her gün o mektubu postaya veriyorsa; gerçektir her şey. 365 gün 365 mektup. Noah’dan Allie’ye; Seabrook’tan New York’a gidiyorsa o el yazısı, o duygu, yalan olan yoktur ortada. Eninde sonunda doğru adresi bulur, cevap alınır. Er ya da geç, gerçek sahibinin elinde yıpranmaya başlar, saklanır, tekrar tekrar okunur. Tekrardan aynı hissetmek için..
The Notebook; tekrardan izlendi, tekrardan aynı hissedildi.
E.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder